BUNLAR MI
SOSYAL-DEMOKRAT???
---------------------------
Oktay Ekşi
---------------------------
Türkiye'nin en büyük günlük gazetesinin yaz ar larından Oktay Ekşi 'En iyi askeri rejimin en kötü demokrasi kadar iyi olduğunu yazmışımdır' diyor: 'Ama darbeden sonra muhafızımı uzaklaştırdığımı ve tabancamı yanımda taşımaktan vazgeçtiğimi de söylemeliyim.'

---------------------------
Türkiye'nin en büyük günlük gazetesinin yaz ar larından Oktay Ekşi 'En iyi askeri rejimin en kötü demokrasi kadar iyi olduğunu yazmışımdır' diyor: 'Ama darbeden sonra muhafızımı uzaklaştırdığımı ve tabancamı yanımda taşımaktan vazgeçtiğimi de söylemeliyim.'
*** *** ***
20 Nisan 1981
12 EYLÜL'ÜN DIŞİŞLERİ BAKANI İLTER TÜRKMEN

Ne Avrupa'da ne de Amerika'da olup bitenlerin (12 Eylül darbesinin T.B.) gerekli olduğunu kabul etmeyen kimse yok sanırım. (YANKI dergisi, 20-26 Nisan 1981, sayfa 11)

Ne Avrupa'da ne de Amerika'da olup bitenlerin (12 Eylül darbesinin T.B.) gerekli olduğunu kabul etmeyen kimse yok sanırım. (YANKI dergisi, 20-26 Nisan 1981, sayfa 11)
*** *** ***
13 Eylül 1980
YENİ BİR TARİH YAPRAĞI
----------------------------
Oktay Akbal
-----------------------------
Kaç kez uyardılar! Kaç kez açık açık söylediler! Hepimiz yazdık, hepimiz söyledik! Evlerde, kahvelerde taşıtlarda halkımız her sabah her
akşam
bunları konuşuyordu. Sonu yoktur bu gidişin. Bu anlaşmazlığın, bu
düşmanlık havasının. Hele şu "herşeyi ben yaparım, herşeyi ben önlerim,
herşeyi ben çözerim" diye partizanca bir tutum ve davranış içindeki bir
azınlık iktidarının bir kez daha devlet gemisini karaya oturtacağı
görünen, bilinen bir gerçekti.
(....)
Her türlü kötülükte parmağı bulunduğu açık açık yazılan, söylenen mahkemelerde kanıtlanan bir siyasi kadronun devlet kademelerini hızlı biçimde ele geçirişi... Çağdışı görüşleri yaşama uygulamaya çalışan başka bir siyasal örgütün yurdumuzu, ulusumuzu, Atatürk devriminden uzaklaştırma, koparma çabaları... Atatürk devriminin yandaşları, erleri Atatürk ilkelerinin sahipleri böyle bir duruma sürgit göz yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960'ta gözyummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla anımsatmaları, iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti öyle de oldu.
Şimdi yeni bir yaprak açılmıştır. Bu yeni yaprağın, Atatürk'ün özlediği devrimci demokrasi çizgisinde ileri aşamalar yaratması beklenir. Halkımız da böyle bir demokrasiyi özlemle istemektedir. Gelecek günlerin yurdumuza ve ulusumuza güvenli aydınlıklar getirmesi dileğiyle.
YENİ BİR TARİH YAPRAĞI
----------------------------
Oktay Akbal
-----------------------------
Kaç kez uyardılar! Kaç kez açık açık söylediler! Hepimiz yazdık, hepimiz söyledik! Evlerde, kahvelerde taşıtlarda halkımız her sabah her
akşam
bunları konuşuyordu. Sonu yoktur bu gidişin. Bu anlaşmazlığın, bu
düşmanlık havasının. Hele şu "herşeyi ben yaparım, herşeyi ben önlerim,
herşeyi ben çözerim" diye partizanca bir tutum ve davranış içindeki bir
azınlık iktidarının bir kez daha devlet gemisini karaya oturtacağı
görünen, bilinen bir gerçekti.(....)
Her türlü kötülükte parmağı bulunduğu açık açık yazılan, söylenen mahkemelerde kanıtlanan bir siyasi kadronun devlet kademelerini hızlı biçimde ele geçirişi... Çağdışı görüşleri yaşama uygulamaya çalışan başka bir siyasal örgütün yurdumuzu, ulusumuzu, Atatürk devriminden uzaklaştırma, koparma çabaları... Atatürk devriminin yandaşları, erleri Atatürk ilkelerinin sahipleri böyle bir duruma sürgit göz yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960'ta gözyummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla anımsatmaları, iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti öyle de oldu.
Şimdi yeni bir yaprak açılmıştır. Bu yeni yaprağın, Atatürk'ün özlediği devrimci demokrasi çizgisinde ileri aşamalar yaratması beklenir. Halkımız da böyle bir demokrasiyi özlemle istemektedir. Gelecek günlerin yurdumuza ve ulusumuza güvenli aydınlıklar getirmesi dileğiyle.
*** *** ***
15 Eylül 1980
TERÖRSÜZ ÖZGÜRLÜK
--------------------------------
Uğur MumcuTERÖRSÜZ ÖZGÜRLÜK
--------------------------------
--------------------------------
27 Mayıs ihtilali ile 12 Mart Muhtırası yakın geçmişimizin ders alınacak deneylerle dolu iki büyük siyasal olayıdır. 27 Mayıs ve 12 Mart'a bugün bir ölçüde serinkanlı gözlemlerle bakma olanağı vardır. Yaşadığımız ortamda
toplumsal
olaylara "yaşasın" ya da "kahrolsun" edebiyatı ile yaklaşmak çok
yanıltıcı olur. Şu son yirmi yılın acılı serüvenlerinde görüldü ki bu
"yaşasınlar" bir süre sonra "kahrolsunlar" da "yaşasınlara" dönüşür.
Yaşasınların sevinci kahrolsunların öfkesini, kahrolsunların öfkesi
yaşasınların sevincini birkaç yıl içinde silip süpürünce geriye yalnızca
evet yalnızca gerçeğin kendisi kalır. Tarihi yazan da gerçeğin
kendisidir.
12 Eylül günü emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyan silahlı kuvvetlerimizin her rütbedeki komutanları, 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir. Ve hem 27 Mayıs hem 12 Mart, yandaşları ve karşıtlarınca özgürce tartışılmış ve yakın tarihimizin bu iki olayında yaşanan yanlışlar tutulan yollar, izlenen tutumlar en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serilmiştir. Bu iki olayın gerçekleri, doğruları ve yanlışları, özgürlük ortamında en duyarlı terazilerde tartılmış değer yargıları bu ağırlıklarla oluşmuştur.
27 Mayıs İhtilali, ihtilal ile kaldırılan Millet Meclisinin, Demokrat Parti grubu ile bu partinin hükümetini yargılamıştır. Yassıada'da yapılan yargılamalar sırasında , Cumhurbaşkanı Celal Bayar için "köpek davası" Başbakan Adnan Menderes için "Bebek Davası" gibi gereksiz soruşturmalarla ihtilalin anlamı gölgelenmiş, amacı saptırılmış, Başbakan Menderes, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan haklarında verilen ve uygulanan ölüm cezaları ise toplumda derin yaralar açmıştır. Siyasal suçlarda ölüm cezalarının hiçbir toplumsal sorunu çözmediği, bir parti grubunun toptan ceza görmesinin siyasal gelişmeleri engellemediği yaşanan gerçeklerle çok açık biçimde kanıtlanmıştır.
Devlet, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi başkanı Orgeneral sayın Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı Radyo-Televizyon konuşmasında: "parlamento üyeleri siyasal faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır" derken çok gerçekçi bir yaklaşımı sergilemiş bulunmaktadır.
Eğer, tutum ve davranışlarıyla, terör odaklarıyla örgütsel bağ içinde bulunan parlamento üyeleri varsa, elbette bunlar, Sayın Evren'in verdiği bu güvenceden yararlanamayacaklardır. Bu da doğaldır.
12 Mart Muhtırası, çok başka potalarda kaynadı, çok başka kanallarda yürüdü. Bu dönemin herhalde en büyük yanlışı, devlet gücünün, silahlı sağ eylemciler için kullanılmayıp yalnızca sol eylemciler için kullanılması ve de yaygın bir "ihbar kampanyası" eşliğinde "solcu avına" çıkıp silahlı eylemlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların gözaltına alınıp, tutuklanmasıdır. Bu tür devlet öfkesinin, öncelikle devlete zarar verdiği anlaşılmış bu anlaşılıncaya kadar da iş işten geçmiştir.
12 Eylül ortamı, 27 Mayıs ve 12 Mart'tan çok başka türlüdür. Böylesine kanlı ortamda devletin ilk ve başlıca görevi, yurttaşları "korkusuz yaşama özgürlüklerine" kavuşturmasıdır. Bunun da ilk koşulu, terör odaklarını, arkalarındaki karanlık karargahları ile birlikte ortaya çıkarmaktır.
Terörün olduğu yerde, anayasadan, hukuk devletinden, serbest seçimlerden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur. Terörün bu kanlı ipoteği kaldırılmadıkça, özgürlükçü demokrasiye dönülmüş sayılmaz. Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, anayasa kağıt parçalarından, parlamentolar, taş yığınlarından başka işe yaramaz. Yaramadığı ülkemizdeki acı deneyle görüldü...
Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacını taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin bir tek amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmaların, kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi, sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...
27 Mayıs ihtilali ile 12 Mart Muhtırası yakın geçmişimizin ders alınacak deneylerle dolu iki büyük siyasal olayıdır. 27 Mayıs ve 12 Mart'a bugün bir ölçüde serinkanlı gözlemlerle bakma olanağı vardır. Yaşadığımız ortamda
toplumsal
olaylara "yaşasın" ya da "kahrolsun" edebiyatı ile yaklaşmak çok
yanıltıcı olur. Şu son yirmi yılın acılı serüvenlerinde görüldü ki bu
"yaşasınlar" bir süre sonra "kahrolsunlar" da "yaşasınlara" dönüşür.
Yaşasınların sevinci kahrolsunların öfkesini, kahrolsunların öfkesi
yaşasınların sevincini birkaç yıl içinde silip süpürünce geriye yalnızca
evet yalnızca gerçeğin kendisi kalır. Tarihi yazan da gerçeğin
kendisidir.12 Eylül günü emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyan silahlı kuvvetlerimizin her rütbedeki komutanları, 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerini yaşayarak bugüne gelmişlerdir. Ve hem 27 Mayıs hem 12 Mart, yandaşları ve karşıtlarınca özgürce tartışılmış ve yakın tarihimizin bu iki olayında yaşanan yanlışlar tutulan yollar, izlenen tutumlar en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serilmiştir. Bu iki olayın gerçekleri, doğruları ve yanlışları, özgürlük ortamında en duyarlı terazilerde tartılmış değer yargıları bu ağırlıklarla oluşmuştur.
27 Mayıs İhtilali, ihtilal ile kaldırılan Millet Meclisinin, Demokrat Parti grubu ile bu partinin hükümetini yargılamıştır. Yassıada'da yapılan yargılamalar sırasında , Cumhurbaşkanı Celal Bayar için "köpek davası" Başbakan Adnan Menderes için "Bebek Davası" gibi gereksiz soruşturmalarla ihtilalin anlamı gölgelenmiş, amacı saptırılmış, Başbakan Menderes, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan haklarında verilen ve uygulanan ölüm cezaları ise toplumda derin yaralar açmıştır. Siyasal suçlarda ölüm cezalarının hiçbir toplumsal sorunu çözmediği, bir parti grubunun toptan ceza görmesinin siyasal gelişmeleri engellemediği yaşanan gerçeklerle çok açık biçimde kanıtlanmıştır.
Devlet, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi başkanı Orgeneral sayın Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı Radyo-Televizyon konuşmasında: "parlamento üyeleri siyasal faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır" derken çok gerçekçi bir yaklaşımı sergilemiş bulunmaktadır.
Eğer, tutum ve davranışlarıyla, terör odaklarıyla örgütsel bağ içinde bulunan parlamento üyeleri varsa, elbette bunlar, Sayın Evren'in verdiği bu güvenceden yararlanamayacaklardır. Bu da doğaldır.
12 Mart Muhtırası, çok başka potalarda kaynadı, çok başka kanallarda yürüdü. Bu dönemin herhalde en büyük yanlışı, devlet gücünün, silahlı sağ eylemciler için kullanılmayıp yalnızca sol eylemciler için kullanılması ve de yaygın bir "ihbar kampanyası" eşliğinde "solcu avına" çıkıp silahlı eylemlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların gözaltına alınıp, tutuklanmasıdır. Bu tür devlet öfkesinin, öncelikle devlete zarar verdiği anlaşılmış bu anlaşılıncaya kadar da iş işten geçmiştir.
12 Eylül ortamı, 27 Mayıs ve 12 Mart'tan çok başka türlüdür. Böylesine kanlı ortamda devletin ilk ve başlıca görevi, yurttaşları "korkusuz yaşama özgürlüklerine" kavuşturmasıdır. Bunun da ilk koşulu, terör odaklarını, arkalarındaki karanlık karargahları ile birlikte ortaya çıkarmaktır.
Terörün olduğu yerde, anayasadan, hukuk devletinden, serbest seçimlerden, bağımsız yargıdan söz etmenin olanağı yoktur. Terörün bu kanlı ipoteği kaldırılmadıkça, özgürlükçü demokrasiye dönülmüş sayılmaz. Terörün hüküm sürdüğü ülkelerde, anayasa kağıt parçalarından, parlamentolar, taş yığınlarından başka işe yaramaz. Yaramadığı ülkemizdeki acı deneyle görüldü...
Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacını taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin bir tek amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmaların, kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak ve sivil yönetimi, sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...
*** *** ***
21 Eylül 1980
EKONOMİK NEDENLER
-------------------------------
İlhan Selçuk
--------------------------------
"12 Eylül harekatının" önderleri bu işe istekli olmadıklarını her fırsatta
belirtiyorlar.
"İstek" yok; ama "zorunluluk" var. MGK bildirilerinde ve Evren Paşa'nın
konuşmalarında bu gerçek çarpıcı biçimde ortaya konuyor. 12 Eylül
analizinde "kaçınılmazlık" etkenini unutmaya gelmez. Ancak 27 Mayıs ve
12 Mart için de aynı kural geçerlidir. Ekonomik koşulların yarattığı
toplumsal patlama orduyu eylem zorunluluğuna itiyor. (21 Eylül 1980,
Cumhuriyet gazetesi)
EKONOMİK NEDENLER
-------------------------------
İlhan Selçuk
--------------------------------
"12 Eylül harekatının" önderleri bu işe istekli olmadıklarını her fırsatta
belirtiyorlar.
"İstek" yok; ama "zorunluluk" var. MGK bildirilerinde ve Evren Paşa'nın
konuşmalarında bu gerçek çarpıcı biçimde ortaya konuyor. 12 Eylül
analizinde "kaçınılmazlık" etkenini unutmaya gelmez. Ancak 27 Mayıs ve
12 Mart için de aynı kural geçerlidir. Ekonomik koşulların yarattığı
toplumsal patlama orduyu eylem zorunluluğuna itiyor. (21 Eylül 1980,
Cumhuriyet gazetesi)
*** *** ***
4 Mart 1981
BİR KÜÇÜK SOHBET
-----------------------------------
Cüneyt Arcayürek
------------------------------------
İç ve dış kamuoyuna açıklamalar yeterince yansıtılmadığı için "fiskos" işleyip duruyor.
Birinci fiskos: Türkiye hapishanelerinde 35 binden fazla insanın kanıtsız olarak gözaltına alındığını yayıyor.
İkinci fiskos: Yönetimin işkence olaylarını az gösterip konuya ilgi gösteren iç ve dış çevreleri "uyuttuğu"nu söylüyor.
Soru: Bugün hapishanelerde kaç kişi var?
Cevap: 12 Şubat 1981 itibarıyla 5695 kişi gözaltında. 14 bin 861 kişi de tutuklu bulunuyor. Türkiye'de iddia edildiği, yaygınlaştırılmak istendiği gibi 35 bin veya daha fazla insan hapishanelerde değil.
Soru: İşkence konusu hala işliyor, rakamı nedir?
Cevap: Resmi rakamlara 54 işkence olayı intikal etti. Herbiri hakkında soruşturmaya derhal geçildi. İşkence yapmaktan dolayı 33 kişi hakkında dava açıldı. 19'u tutuklandı. (4 Mart 1981, Hürriyet gazetesi)
BİR KÜÇÜK SOHBET
-----------------------------------
Cüneyt Arcayürek
------------------------------------
İç ve dış kamuoyuna açıklamalar yeterince yansıtılmadığı için "fiskos" işleyip duruyor.

Birinci fiskos: Türkiye hapishanelerinde 35 binden fazla insanın kanıtsız olarak gözaltına alındığını yayıyor.
İkinci fiskos: Yönetimin işkence olaylarını az gösterip konuya ilgi gösteren iç ve dış çevreleri "uyuttuğu"nu söylüyor.
Soru: Bugün hapishanelerde kaç kişi var?
Cevap: 12 Şubat 1981 itibarıyla 5695 kişi gözaltında. 14 bin 861 kişi de tutuklu bulunuyor. Türkiye'de iddia edildiği, yaygınlaştırılmak istendiği gibi 35 bin veya daha fazla insan hapishanelerde değil.
Soru: İşkence konusu hala işliyor, rakamı nedir?
Cevap: Resmi rakamlara 54 işkence olayı intikal etti. Herbiri hakkında soruşturmaya derhal geçildi. İşkence yapmaktan dolayı 33 kişi hakkında dava açıldı. 19'u tutuklandı. (4 Mart 1981, Hürriyet gazetesi)
*** *** ***
İLHAN SELÇUK DEVRİMCİ Mİ, AMERİKAN HAYRANI MI?
"Kimileri bu gezileri kitap haline getirdiler. Örneğin İlhan Selçuk'un "Güzel Amerikalı" kitabı bunlardan birisidir. (Bendeki bahtsızlığa bakın ki, 1966'da basılmış olan bu kitabı, ancak 1990 yılında okuma şansı
yakalayabildim.
Allah'ım bir ülke ancak bu kadar güzel anlatılabilir, ancak bu kadar
güzel övülebilirdi. İnanın bana, o gün, yaşım 35 olmasaydı, hemen
Amerikan konsolosluğuna gider, ABD vatandaşı olmak için müraacatımı
yapardım. Ne o, tuhafınıza mı gitti? Söylediklerim mi, İlhan Selçuk'un
Amerika'yı övmesi mi? En iyisi siz bu kitabı ne edip edin, bulup
okuyun. O zaman anlarsınız yıllarca nasıl kandırıldığınızı. Bulamazsanız
bana ulaşın, size bir fotokopisini göndereyim. ..." (Mehmet Beşeri, Bazen Turuncu, Bazen Kırmızı Devrim, s. 109, Togan Yayıncılık, Kasım 2010, Birinci Baskı)
"Kimileri bu gezileri kitap haline getirdiler. Örneğin İlhan Selçuk'un "Güzel Amerikalı" kitabı bunlardan birisidir. (Bendeki bahtsızlığa bakın ki, 1966'da basılmış olan bu kitabı, ancak 1990 yılında okuma şansı
yakalayabildim.
Allah'ım bir ülke ancak bu kadar güzel anlatılabilir, ancak bu kadar
güzel övülebilirdi. İnanın bana, o gün, yaşım 35 olmasaydı, hemen
Amerikan konsolosluğuna gider, ABD vatandaşı olmak için müraacatımı
yapardım. Ne o, tuhafınıza mı gitti? Söylediklerim mi, İlhan Selçuk'un
Amerika'yı övmesi mi? En iyisi siz bu kitabı ne edip edin, bulup
okuyun. O zaman anlarsınız yıllarca nasıl kandırıldığınızı. Bulamazsanız
bana ulaşın, size bir fotokopisini göndereyim. ..." (Mehmet Beşeri, Bazen Turuncu, Bazen Kırmızı Devrim, s. 109, Togan Yayıncılık, Kasım 2010, Birinci Baskı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder