TÜRKİYE'DE KATLİAMLAR
1) Mustafa Suphi'nin Katli Meselesi
2) Kızıldere Katliamı3) 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı
4) 19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı
5) 16 Mart 1978 Öğrenci Gençlik Katliamı
Mustafa Suphi'nin Katli Meselesi
25 Şubat 2009 Çarşamba
“ta ata aa ta ta ha ta tta ta/ tarih/
1921/ Kânunisani 28/ karadeniz/ burjuvazi/ biz/ onbeş kasap çengelinde
sallanan/ onbeş kesik baş/ onbeş arkadaş/ yoldaş/ bunların sen isimlerini
aklında tutma fakat/ 28 Kânunisânîyi unutma/...” (Nâzım Hikmet, Moskova, 1923)
3. Enternasyonal’in 21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de toplanan ikinci kongresinde kabul edilen Lenin’in ‘Sömürgeler ve Geri Kalmış Ülkelerle İlgili Tezleri’nden 11. tezin beşinci fıkrasıyla 12. teze göre Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği kurtuluş hareketi, bir burjuva demokrat hareketi olduğundan, ona komünist rengi verilmesine çalışılmamalı, ama Batılı devletlerle savaşında yardım edilmeliydi. Bunun karşılığında tek şart, Komintern yoluyla Moskova’ya bağlı bir komünist parti kurulmasına izin verilmesiydi. Temmuz 1920’den itibaren Balıkesir ve Bursa Yunanlıların eline geçtiğinden Mustafa Kemal’in bu teklifi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ağustos ayında Bolşeviklerin altın yardımı gelmeye başladı. 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın hemen ardından Türkiye Komünist Fırkası resmen kuruldu.
28 Ekim 1920’de Mustafa Kemal ‘Resmî’ Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdu. 10 Ocak 1921’de Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kemalist hükümetin Sovyet politikaları değişmeye başladı. Büyük Devletler Ankara hükümetinin temsilcisini Londra’da yapılacak toplantıya çağırınca Kemalistler Moskova altınlarının diyeti olan TKP konusundaki sözlerinden dönmekte beis görmediler. Bu haftanın konusu, modern Türkiye tarihinin ilk siyasi cinayetlerinden biri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi. Yazıyı yazarken Emrah Cilasun’un Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? (Agora Kitaplığı, 2008) adlı kitabını esas aldım. Modern tarihimizin son siyasi cinayeti olmasını dilediğim Hrant Dink suikastıyla Mustafa Suphilerin hunharca katledilmesi arasındaki benzerlikleri ve farkları bulmayı okuyuculara bırakıyorum.
İttihatçılıktan komünistliğe...
Mustafa Suphi, Osmanlı bürokrat sınıfına mensup bir ailenin evladı olarak 1882’de Giresun’da dünyaya geldi. Babası, çeşitli devlet kademelerinde yer almış ve sonunda vali olmuştu. İdadi’yi (liseyi) Erzurum’da okudu, İstanbul’da hukuk tahsil etti. Paris’te L’École Libre des Sciences Politiques’de Ziraat Bankası ve tarım kredileri üzerine teziyle lisansüstü eğitimini tamamladı. 1908’te II. Meşrutiyet’in ilanıyla ülkeye döndü ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde muallimlik yaptı, Yüksek Ticaret ve Tarih Mektebi’nde siyasi iktisat dersleri verdi. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerindeki makalelerinde kâh özel teşebbüsçülüğü kâh devletçiliği öneren Mustafa Suphi, 1911’de Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 4. Kongresi’ne katıldı. Kongrede İktisat Vekili olmak isteği yerine getirilmeyince İttihatçılara küstü ve Ferit (Tek) ve Yusuf (Akçura) Beyler ile Milli Meşrutiyet Fırkası’nı kurdu. İttihatçılığa göre daha sağ bir çizgiyi temsil eden fırkanın yayın organı İfham’ın editörlüğünü yaptı.
Bahr-ı Cedid sürgünleri
Mustafa Suphi, 23 Ocak 1913’te Babıâli Baskını ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine muhalifler ve ‘İstanbul’daki serseri ve işsiz takımı’ndan oluşan 322 kişilik grupla Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürüldü. 1914’te Mustafa Suphi’nin gayretiyle Ahmet Bedevi (Kuran) ve birkaç kişi daha Sinop’tan deniz yoluyla Kırım’da Sivastopol’e kaçtılar. Kaçakların tümü Mısır’a ve Batı ülkelerine giderken, sadece Mustafa Suphi Kafkasya’ya geçti. O sırada patlayan savaş aleyhine yazıları yüzünden Ruslar tarafından Urallara sürüldü. Sosyalizm ve komünizm fikirleriyle burada tanıştı. Şubat 1918’den itibaren Moskova’da Tatar Başkut devrimcileriyle Yeni Dünya adlı bir gazete çıkardı. 20 Temmuz 1918’de, Asya’nın Müslüman halklarını komünizm düşüncesine çekmeyi hedefleyen Stalin’in girişimiyle Türkiye Komünist Fırkası’nın (daha sonra TKP) ilk toplantısını yaptı.
Lenin’in tezlerinin hayata geçirilmesi
“Cevat Yoldaş! Bizim meslek dervişlik! Gideceğiz!” demişti yola çıkmadan önce. ‘Baş düşman’ olarak İttihat ve Terakki’yi gören Mustafa Suphi ve arkadaşları, hemen hepsi İttihat ve Terakki’den gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla ittifak yapmak üzere, Ankara’ya gitmeye karar vermişlerdi.
Bakû’den peyderpey yola çıkan TKP kafilesinin beş kişilik ilk grubu, Sovyet Rusya’nın Ankara’ya sefir olarak atadığı Budi Mdivani’nin heyeti ile birlikte, 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı. Sovyet diplomatları ile birlikte gelen TKP’liler törenle karşılandılar. Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi’ye, Ankara’ya bir telgraf yollamasını ve gelişini haber vermesini tavsiye etti.
Ancak 29 Aralık 1920’de Mustafa Kemal’in, Kâzım Karabekir’e yolladığı telgraf hiç iç açıcı değildi. Telgrafta “Ankara’da komünist cereyanları arzu hilafınadır. Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi’nin bu cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin bildirilmesini rica ederim” yazmaktadır. Bu ricanın karşılığı bugüne dek yayınlanmadı. Ancak telgrafın ikinci satırı TKP’yi Meclis çatısı altında eritme yanlısı olan Karabekir’e bu eğiliminden vazgeçmesi için Ankara tarafından tanınmış bir fırsat gibi görünmekteydi.
“Zeki, bilgili, fazla kurnaz…”
Gruba birkaç gün içinde başkaları da katıldı. O günlerde Kars’ta olan Ankara Hükümeti’nin Moskova’ya elçi tayin ettiği Ali Fuat (Cebesoy) Bey, 2 Ocak’ta Mustafa Suphi ile görüştü. Bu görüşmeyi değerlendiren uzun raporunda “[Mustafa Suphi] zeki, bilgili, fazla kurnaz, konuşmalarında ihtiyatlı ve acelesiz. Rus Sefiri ile memleket içine girmek ve Ankara Hükümeti prensiplerine inanmış gibi görünmek istediğine bakılırsa bu kişinin yumuşak düşünce ve prensiplerle Anadolu hareketini yönetenlerin güvenini kazanmak ve böylece bir mevki yaptıktan sonra, Rus komünizminin gizli başı olmak suretiyle memlekete [bu düşüncesini] duyurmak ve uygulamak düşüncesinde olduğunu zannediyorum” diye yazmıştı. Bu görüşme Ankara ile TKP yönetimi ile siyasi konuların ele alındığı üst düzeydeki son görüşmeydi.
Meclis’in 3 Ocak tarihli oturumunda, Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’ye (Ulaş) hitaben şöyle diyordu: “Komünizm yayılması meselesine gelince; kendileri buyurdular ki, istense de istenmese de bu bir mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Madem ki maddi tedbirle önüne geçmek imkânı olmayan bir yayılmadır, bu mutlaka bulaşıcı olacaktır. Zannediyorum ki, buna karşı tedbir düşünmek meselesiyle söz konusu olan siyasi meseleleri birbirinden ayırmak ve seçmek daha uygun olur...”
Yıldırma harekâtı
Bu konuşmadaki bazı vurgular, TKP’yi beklemekte olan akıbetin ipuçlarını veriyordu. Nitekim, Kâzım Karabekir aynı gün Erzurum Valisi’ne (günümüz Türkçesiyle) şöyle yazmıştı: “Adı geçenin ve arkadaşlarının Erzurum’a varışları gününden başlayarak gerek gazete yayınları ve gerekse halkın uygun göreceği gösteriler ve baskılarla daha içeri yolculuğun ve memlekette kalmanın ve çalışmanın mümkün olmayacağı hakkında kendilerinde gereken izlenimler yaratılır...” Karabekir, Trabzon’da özellikle Bolşeviklerin gözleri önünde aynı tezahüratın yapılmasını fakat tepkilerin Bolşevikliğe değil söz konusu kişilere olduğunun gösterilmesini istiyordu. Benzer bir telgraf Gümüşhane Valisi’ne de göndermişti.
Mustafa Suphi, İsmail Hakkı yoldaşına gönderdiği 5 Ocak tarihli mektupta Kâzım Karabekir tarafından, Rusya’ya atanan Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Rıza Nur’un Kars’a gelişini bekleme bahanesiyle alıkonduklarını, bu zorunlu bekleme sırasında Tuapse’den Abid adlı bir yoldaşın Kars’a gelmesi üzerine, Karabekir’in ‘ihtilalci’ niyetleri konusunda iyice şüphelendiğini yazıyordu.
Halk galeyana getiriliyor
Mustafa Suphi ve beraberindeki 17 kişi (?) 18 Ocak’ta Erzurum’a gitmek üzere Kars’tan trenle yola çıktı. Heyet dört günlük bir tren yolculuğunun ardından 22 Ocak’ta Erzurum’a vardığında kendilerini Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin örgütlediği eylemler bekliyordu. Modern Türkiye’nin ilk ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ olan Cemiyet’in 18 Ocak’ta yayınladığı beyannamede “Rusya’dan gelmiş, anası babası belirsiz, mazileri karanlık, cani iblislerin, Allah, Peygamber, Halife ve şeriat yok dediği, kadınlardan başlayarak na-mahremliği ortadan kaldıracağı, kadınların kamuya açık yerlere erkeklerle karışık girip çıkması, erkeklerle çalışması ve erkeklere hizmet etmesinin mecbur kılınacağı, üç yaşından büyük çocukların umumi depolarda toplanacağı, cinayet ve diğer suçlara ait kanunları kaldıracağı, çalışmayanın ekmek yiyemeyeceği, Başkırdistan, Taşkent ve Buhara’daki milyonlarca Müslümanın bütün servetlerinin, ırz ve namuslarının ellerinden alınacağı” yazıyordu. Bu iddialarla galeyana gelmiş göstericileri yönlendirenler arasında polis teşkilatından kişiler de vardı. Heyet Erzurum’a sokulmadı ve dekovil hattıyla Karabıyık’a (Aşkale yakınlarında köy) yollandı.
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin olayları anlatan telgrafı Meclis’te okunduğunda, Mustafa Kemal, devletin her şeyden haberdar olduğunu gösteren ve Erzurumlularla hemfikir olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal aynı oturumda yaptığı diğer konuşmada Kâzım Karabekir tarafından Mustafa Suphi ve arkadaşları için yapılan plandan övgüyle bahsetti. Ardından Erzurum Valisi ‘Deli’ Hamit’e acele bir telgraf yolladı. Telgrafta “Mustafa Suphi Efendi’nin refakatinde kaç kişi olduğunun ve onların da kendisiyle birlikte gönderilip gönderilmediğinin bildirilmesini rica ederim” deniyordu.
İmha planı yürürlüğe konuyor
Bayburt’tan kızaklarla aç bilaç yola çıkan TKP kafilesi hiçbir yerde doğru dürüst konaklama fırsatı bulamayarak 27 Ocak’ta Maçka’ya vardı. Caminin yanındaki Yorgaki Otel’de bir gece kaldılar. Heyettekilerden Baytar Abdülkadir Maçka Kaymakam Vekili Murat Efendi’nin yardımıyla kurtarılmıştı. Mahmut Goloğlu’na göre, Abdülkadir, Kars’tan Trabzon’daki kardeşi Mehmet Efendi’ye gelişlerini müjdelemiş, Mehmet Efendi vekilliğini yaptığı Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ya haberi verdiğinde, Yahya kendisine Mustafa Suphi ve arkadaşları konusunda Ankara’dan emir aldığını, eğer kardeşini kurtarmak istiyorsa şehre girmesini engellemesini tavsiye etmişti. Abdülkadir’in hayatını bu uyarı kurtarmıştı.
Böylece geride Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı kalmıştı. 28 Ocak’ta Trabzon’da olağanüstü bir hareketlilik vardı. Tellallar, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti başkanı ve eski Teşkilat-ı Mahsusa’cı Barutçuzade Ahmet Bey’in oğlu Faik Bey’in gazetesi İstikbâl’in kışkırtıcı yayınlarıyla galeyana getirilen halkı cuma günü öğleden sonra ‘Rusya’daki esir kardeşlerimizi kurşuna dizdiren dinsiz vatan hainlerinden intikam almak üzere’ mağaza, dükkân ve kahvehaneleri kapatarak Değirmendere’ye çağırmıştı. Şehirdeki Sovyet Konsolosluğu’nun elemanlarına da sokağa çıkmamaları tembih edilmişti. Cuma günü, bütün esnaf dükkânlarını kapatarak, kapatmayanlar ise polis ve inzibat memurları tarafından cebren kapattırılarak Değirmendere’ye doğru sevk edildiler.
TKP heyeti, 28 Ocak akşamı saat 17.20 civarında Trabzon’a vardı. Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve adamları heyetin yolunu Değirmendere mevkiinde keserek Çömlekçi Mahallesi’nin alt yolundan doğruca iskeleye (Buhti’ye) çevirdi. Burada Mustafa Suphi ve arkadaşları tükürükler, küfürler ve tekmeler eşliğinde bir motora doğru sevk edildiler. Hemen arkalarından Kâhya’nın silahlı adamlarını taşıyan bir motor daha kalktı. Motorlar sabaha karşı 4-5 sıralarında boş olarak geri döndü, ama kimsenin iskeleye yanaşmasına izin verilmiyordu. Birkaç gün sonra tayfalardan birisi, motordakilerin birkaç mil açıkta, elleri ve ayakları bağlanarak denize atıldıklarını söyledi.
Meryem yoldaşın acı sonu
İddialara göre Sürmeneli Kınalıoğlu Ahmet Yakup motora bindirilmeyip Yahya Kâhya’nın evinde alıkonmuş, Tayyareci Tevfik ile Mustafa Suphi’nin Rus (bazı kaynaklara göre Türk, bazılarına göre Rus Yahudisi) asıllı eşi motordan geri getirilmişti. Adı çeşitli kaynaklara göre Meryem, Maria ya da Semiramis olan bu hanım, önce Yahya Kâhya’nın evine götürülmüş, kadıncağız tutulduğu yeri Rus Konsolosluğu’na bildirmeye çalışmış, notu götüren adam Kâhya’nın adamı çıkınca, ceza olsun diye Nemlizade Ragıp Bey’in evine verilmişti. Bir süre, Kâhya tarafından Rizelilere verilen kadıncağız bir oturak âlemi sırasında öldürülmüştü.
Katliamın ardından Trabzon’daki Rusya Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov Trabzon Valisi’ne Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetini soran bir mektup yazdı. Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri cevabi mektubunda, halkın tepkisi karşısında Trabzon’da kalamayacaklarını anlayan ekibin, bir motor kiralanarak sağ salim Rusya sahillerine yollandığını belirtti. Aynı gün İstikbâl gazetesinde, “Bakû Seyyahları Geldiler ve Gittiler” başlığı altında çıkan haberde olay daha ağır ifadelerle anlatılıyordu.
Mustafa Kemal’in 31 Ocak 1921’de Erzurum’daki Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığına yazdığı telgrafta “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası efradından bazılarının vatana hıyanet suçundan dolayı haklarında takibat ve soruşturma icra edilmektedir. Adı geçen fırka, hükümetçe itibar ve itimada değer değildir, Efendim.” denmekteydi. Yani, Ankara Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetinden habersiz görünüyordu. 14 Şubat’ta Trabzon’daki Sovyet Rusya Konsolosu Bagirov, Trabzon Vali Vekiline Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Batum’a ve hiçbir Sovyet sahiline gelmediğini, dolayısıyla nerede olduğunu merak ettiklerini yazdı. Vali cevabında “Üçüncü Enternasyonal Heyeti’nden hiç kimse buraya gelmedi ve hiç kimse de buradan gitmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur” dedi. Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogramla Ankara’dan Mustafa Suphilerin akıbetine dair bilgi talep etti. Ankara Hükümeti ise, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bir deniz kazasında öldüklerine ilişkin açıklamasında ısrarlıydı.
Kaç kişi öldürüldü?
TKP’nin belgelerine göre, Anadolu’ya hareket edenlerin toplamı Merkez Komite üyeleri ile birlikte 30’dur. Merkez Komite üyesi Mehmet Zeki ile üst düzey parti kadrosundan Süleyman Sami hasta oldukları bahanesiyle Erzurum’da veya Maçka’da alıkonulup, Ankara Hükümeti’nin himayesine mazhar olmuşlardı. TKP Harici Bürosu, haberin alınması ardından, “Doğu Halkları Propaganda ve Faaliyet Kurulu Başkanlığı”na gönderdiği mektupta, isim belirtmeksizin 16 kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı organ adına Ahmet Cevat’ın (Emre) 2 Nisan 1921 tarihli mektubunda ise, “M. Suphi, dört Merkez Komite üyesi ve on iki diğer yoldaşlarımız” denmektedir ki, burada verilen rakamlarla öldürülenlerin toplam sayısı 17’ye ulaşmaktadır. Mete Tunçay’a göre motorda öldürülenlerin sayısı, Mustafa Suphi ile birlikte 14’dür. Tunçay, listeye ayrıca Meryem’i eklemektedir. Emrah Cilasun başka kaynaklarda geçen isimleri de dikkate alarak öldürülen komünistlerin sayısının daha çok olabileceğini söyler.
Sonra ne oldu?
16 Mart 1921’de TBMM Hükümeti’yle Rusya Şûraları Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Mustafa Kemal aynı gün Yahya Kâhya’ya “vatanperverâne hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” şeklinde kısa bir telgraf yolladı. Bu telgraftan iki ay sonra kanlı bir tasfiye hareketi başladı. Çünkü Trabzon’daki yerel güçlerin Enver Paşa ile flört etmesi, Ankara’yı rahatsız etmişti. 300 kişilik çetesiyle Yahya Kâhya, Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’nın en has adamıydı. Dahiliye Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey, durumu ‘Trabzon’daki İskele Hükümeti’ diye nitelemişti.
Tasfiye harekâtı 26 Ağustos 1921’de Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in Trabzon Valiliği’ne getirilmesiyle başladı. 7 Kasım 1921’de Miralay Sami Sabit (Karaman) Trabzon’daki 13. Fırka Kumandanlığı’na atandıktan sonra Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyet adına toplanan paraları zimmetine geçirme suçuyla Yahya Kâhya hakkında soruşturma başladı. Kâhya uzun bir direnişten sonra 12 Ocak 1922’de Sivas Bidayet Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tutuklanarak Sivas’a gönderildi. Ancak mahkeme heyetine yapılan baskılar sonucu beraat ederek Trabzon’a geri döndü.
Kâhya’nın tasfiyesi
Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey konuyu Meclis gündemine getirdi ve Mustafa Kemal ile arasında sert tartışmalar yaşandı. Yahya Kâhya’nın sonunu, Suphilerin öldürülmeleri meselesini de ima ederek etrafa “sanki bütün bu işlerde ben tek başıma mıydım; her şeyi olduğu gibi ortaya dökeceğim” diye tehditler savurması getirdi. 3 Temmuz 1922’de Kâhya ve dört kişiyi taşıyan otomobil, Kâhya’nın Soğuksu’daki yazlık konağına giderken saldırıya uğradı. Kâhya ve iki kişi öldürüldü. Arkadan ve önden atılan 40 kadar mermiye rağmen olaydan karanlıkta kaçarak kurtulan Kâhya’nın Mustafa adlı silahlı uşağı, olaydan sonra nedense yoldaki askerî kışlaya ve şehirde önünden geçtiği hükümet, polis ve jandarmaya olayı haber vermemiş, bütün gece ortadan kaybolmuştu.
Halk arasında olayı Sami Sabit Bey’in tezgâhladığı inancı yaygındı. Durumu soruşturan heyet, 13 Eylül 1922 günlü raporunda “Kâhya öldükten sonra askerî kışlaya doğru kaçtıkları görülen katiller hakkında zamanında gereken araştırma yapılmamış olduğundan bulunmaları imkânsız hale gelmiştir” diyerek soruşturmayı kapattı.
Azmettiren kim?
O günden beri Mustafa Kemal’in olaydaki rolü aydınlanmadı. Yıllar sonra Mustafa Kemal ile yolları ayrılacak olan Kâzım Karabekir uzun bir süre yasaklı kalan anılarında, bu olayla ilgili olarak, “hayatımla ve namusumla oynadılar” diyecekti.
Yine yıllar sonra Mustafa Kemal’in Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) Bey, Yahya Kâhya’yı, 27 Mart 1923’te Mustafa Kemal’in yeminli muhalifi Ali Şükrü Bey’i öldürecek olan Giresunlu Topal Osman’ın iki adamıyla birlikte kendisinin öldürdüğünü açıkladı. Bu konuda bir makale yazan Yalçın Yusufoğlu’na göre, Yahya Kâhya’nın oğlu, Mete Tunçay’a gönderdiği mektupta, babasının “o zamanki koşullara göre vatani vazifesini yaptığını ve asıl katilin bugün tapınılan bir kişi olduğunun bir gün mutlaka anlaşılacağına” inandığını yazmıştı. Halil Berktay’ın dedesi Halil N. Berktay da olayın Ankara’dan gelen şifreli bir telgrafla emredildiğini ve şifreyi çözmüş subayla sonraları tesadüfen tanıştığını söylemişti.
Olayın dünya solculuğu açısından ne anlama geldiğini ise Mete Tunçay şöyle özetlemişti ki buna ben de katılıyorum: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli karşısında Sovyetlerin ve Komintern’in takındığı tavır dünya solculuğunun gelişme süreci bakımından bir dönüm noktasıydı. Bu olayda sosyalist anavatanın dış politika çıkarlarıyla bir kardeş partinin varlık sorunu çatışmış ve komünistler, daha sonra Troçkistler tarafından Stalin’e atfedilen bir ‘fırsatçılık’ kalıbının ilk örneğini vermişlerdi. Halbuki bunlar olurken, Lenin resmen ve fiilen Sovyet devletinin başında bulunuyordu.
Ek Kaynakça: Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Merk Yayıncılık, İstanbul, 1988; Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Milli Mücadeleye El Koymaya Çalışan Başı Dışarda Akımlar”, Belleten, sayı: 140, Ankara, 1971, s. 567-654; Cumhur Odabaşıoğlu, Trabzon, Top-Kar Matbaacılık, Trabzon, 1990; TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-2, Çev. Yücel Demirel, Tüstav, 2004; Yalçın Yusufoğlu, “Kanunisaniyi unutma”, 30.1.2008, http://www.sesonline.net; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-1925, Sevinç Matbaası, 1967; Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007.
3. Enternasyonal’in 21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de toplanan ikinci kongresinde kabul edilen Lenin’in ‘Sömürgeler ve Geri Kalmış Ülkelerle İlgili Tezleri’nden 11. tezin beşinci fıkrasıyla 12. teze göre Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği kurtuluş hareketi, bir burjuva demokrat hareketi olduğundan, ona komünist rengi verilmesine çalışılmamalı, ama Batılı devletlerle savaşında yardım edilmeliydi. Bunun karşılığında tek şart, Komintern yoluyla Moskova’ya bağlı bir komünist parti kurulmasına izin verilmesiydi. Temmuz 1920’den itibaren Balıkesir ve Bursa Yunanlıların eline geçtiğinden Mustafa Kemal’in bu teklifi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ağustos ayında Bolşeviklerin altın yardımı gelmeye başladı. 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın hemen ardından Türkiye Komünist Fırkası resmen kuruldu.
28 Ekim 1920’de Mustafa Kemal ‘Resmî’ Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdu. 10 Ocak 1921’de Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kemalist hükümetin Sovyet politikaları değişmeye başladı. Büyük Devletler Ankara hükümetinin temsilcisini Londra’da yapılacak toplantıya çağırınca Kemalistler Moskova altınlarının diyeti olan TKP konusundaki sözlerinden dönmekte beis görmediler. Bu haftanın konusu, modern Türkiye tarihinin ilk siyasi cinayetlerinden biri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi. Yazıyı yazarken Emrah Cilasun’un Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? (Agora Kitaplığı, 2008) adlı kitabını esas aldım. Modern tarihimizin son siyasi cinayeti olmasını dilediğim Hrant Dink suikastıyla Mustafa Suphilerin hunharca katledilmesi arasındaki benzerlikleri ve farkları bulmayı okuyuculara bırakıyorum.
İttihatçılıktan komünistliğe...
Mustafa Suphi, Osmanlı bürokrat sınıfına mensup bir ailenin evladı olarak 1882’de Giresun’da dünyaya geldi. Babası, çeşitli devlet kademelerinde yer almış ve sonunda vali olmuştu. İdadi’yi (liseyi) Erzurum’da okudu, İstanbul’da hukuk tahsil etti. Paris’te L’École Libre des Sciences Politiques’de Ziraat Bankası ve tarım kredileri üzerine teziyle lisansüstü eğitimini tamamladı. 1908’te II. Meşrutiyet’in ilanıyla ülkeye döndü ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde muallimlik yaptı, Yüksek Ticaret ve Tarih Mektebi’nde siyasi iktisat dersleri verdi. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerindeki makalelerinde kâh özel teşebbüsçülüğü kâh devletçiliği öneren Mustafa Suphi, 1911’de Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 4. Kongresi’ne katıldı. Kongrede İktisat Vekili olmak isteği yerine getirilmeyince İttihatçılara küstü ve Ferit (Tek) ve Yusuf (Akçura) Beyler ile Milli Meşrutiyet Fırkası’nı kurdu. İttihatçılığa göre daha sağ bir çizgiyi temsil eden fırkanın yayın organı İfham’ın editörlüğünü yaptı.
Bahr-ı Cedid sürgünleri
Mustafa Suphi, 23 Ocak 1913’te Babıâli Baskını ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine muhalifler ve ‘İstanbul’daki serseri ve işsiz takımı’ndan oluşan 322 kişilik grupla Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürüldü. 1914’te Mustafa Suphi’nin gayretiyle Ahmet Bedevi (Kuran) ve birkaç kişi daha Sinop’tan deniz yoluyla Kırım’da Sivastopol’e kaçtılar. Kaçakların tümü Mısır’a ve Batı ülkelerine giderken, sadece Mustafa Suphi Kafkasya’ya geçti. O sırada patlayan savaş aleyhine yazıları yüzünden Ruslar tarafından Urallara sürüldü. Sosyalizm ve komünizm fikirleriyle burada tanıştı. Şubat 1918’den itibaren Moskova’da Tatar Başkut devrimcileriyle Yeni Dünya adlı bir gazete çıkardı. 20 Temmuz 1918’de, Asya’nın Müslüman halklarını komünizm düşüncesine çekmeyi hedefleyen Stalin’in girişimiyle Türkiye Komünist Fırkası’nın (daha sonra TKP) ilk toplantısını yaptı.
Lenin’in tezlerinin hayata geçirilmesi
“Cevat Yoldaş! Bizim meslek dervişlik! Gideceğiz!” demişti yola çıkmadan önce. ‘Baş düşman’ olarak İttihat ve Terakki’yi gören Mustafa Suphi ve arkadaşları, hemen hepsi İttihat ve Terakki’den gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla ittifak yapmak üzere, Ankara’ya gitmeye karar vermişlerdi.
Bakû’den peyderpey yola çıkan TKP kafilesinin beş kişilik ilk grubu, Sovyet Rusya’nın Ankara’ya sefir olarak atadığı Budi Mdivani’nin heyeti ile birlikte, 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı. Sovyet diplomatları ile birlikte gelen TKP’liler törenle karşılandılar. Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi’ye, Ankara’ya bir telgraf yollamasını ve gelişini haber vermesini tavsiye etti.
Ancak 29 Aralık 1920’de Mustafa Kemal’in, Kâzım Karabekir’e yolladığı telgraf hiç iç açıcı değildi. Telgrafta “Ankara’da komünist cereyanları arzu hilafınadır. Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi’nin bu cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin bildirilmesini rica ederim” yazmaktadır. Bu ricanın karşılığı bugüne dek yayınlanmadı. Ancak telgrafın ikinci satırı TKP’yi Meclis çatısı altında eritme yanlısı olan Karabekir’e bu eğiliminden vazgeçmesi için Ankara tarafından tanınmış bir fırsat gibi görünmekteydi.
“Zeki, bilgili, fazla kurnaz…”
Gruba birkaç gün içinde başkaları da katıldı. O günlerde Kars’ta olan Ankara Hükümeti’nin Moskova’ya elçi tayin ettiği Ali Fuat (Cebesoy) Bey, 2 Ocak’ta Mustafa Suphi ile görüştü. Bu görüşmeyi değerlendiren uzun raporunda “[Mustafa Suphi] zeki, bilgili, fazla kurnaz, konuşmalarında ihtiyatlı ve acelesiz. Rus Sefiri ile memleket içine girmek ve Ankara Hükümeti prensiplerine inanmış gibi görünmek istediğine bakılırsa bu kişinin yumuşak düşünce ve prensiplerle Anadolu hareketini yönetenlerin güvenini kazanmak ve böylece bir mevki yaptıktan sonra, Rus komünizminin gizli başı olmak suretiyle memlekete [bu düşüncesini] duyurmak ve uygulamak düşüncesinde olduğunu zannediyorum” diye yazmıştı. Bu görüşme Ankara ile TKP yönetimi ile siyasi konuların ele alındığı üst düzeydeki son görüşmeydi.
Meclis’in 3 Ocak tarihli oturumunda, Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’ye (Ulaş) hitaben şöyle diyordu: “Komünizm yayılması meselesine gelince; kendileri buyurdular ki, istense de istenmese de bu bir mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Madem ki maddi tedbirle önüne geçmek imkânı olmayan bir yayılmadır, bu mutlaka bulaşıcı olacaktır. Zannediyorum ki, buna karşı tedbir düşünmek meselesiyle söz konusu olan siyasi meseleleri birbirinden ayırmak ve seçmek daha uygun olur...”
Yıldırma harekâtı
Bu konuşmadaki bazı vurgular, TKP’yi beklemekte olan akıbetin ipuçlarını veriyordu. Nitekim, Kâzım Karabekir aynı gün Erzurum Valisi’ne (günümüz Türkçesiyle) şöyle yazmıştı: “Adı geçenin ve arkadaşlarının Erzurum’a varışları gününden başlayarak gerek gazete yayınları ve gerekse halkın uygun göreceği gösteriler ve baskılarla daha içeri yolculuğun ve memlekette kalmanın ve çalışmanın mümkün olmayacağı hakkında kendilerinde gereken izlenimler yaratılır...” Karabekir, Trabzon’da özellikle Bolşeviklerin gözleri önünde aynı tezahüratın yapılmasını fakat tepkilerin Bolşevikliğe değil söz konusu kişilere olduğunun gösterilmesini istiyordu. Benzer bir telgraf Gümüşhane Valisi’ne de göndermişti.
Mustafa Suphi, İsmail Hakkı yoldaşına gönderdiği 5 Ocak tarihli mektupta Kâzım Karabekir tarafından, Rusya’ya atanan Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Rıza Nur’un Kars’a gelişini bekleme bahanesiyle alıkonduklarını, bu zorunlu bekleme sırasında Tuapse’den Abid adlı bir yoldaşın Kars’a gelmesi üzerine, Karabekir’in ‘ihtilalci’ niyetleri konusunda iyice şüphelendiğini yazıyordu.
Halk galeyana getiriliyor
Mustafa Suphi ve beraberindeki 17 kişi (?) 18 Ocak’ta Erzurum’a gitmek üzere Kars’tan trenle yola çıktı. Heyet dört günlük bir tren yolculuğunun ardından 22 Ocak’ta Erzurum’a vardığında kendilerini Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin örgütlediği eylemler bekliyordu. Modern Türkiye’nin ilk ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ olan Cemiyet’in 18 Ocak’ta yayınladığı beyannamede “Rusya’dan gelmiş, anası babası belirsiz, mazileri karanlık, cani iblislerin, Allah, Peygamber, Halife ve şeriat yok dediği, kadınlardan başlayarak na-mahremliği ortadan kaldıracağı, kadınların kamuya açık yerlere erkeklerle karışık girip çıkması, erkeklerle çalışması ve erkeklere hizmet etmesinin mecbur kılınacağı, üç yaşından büyük çocukların umumi depolarda toplanacağı, cinayet ve diğer suçlara ait kanunları kaldıracağı, çalışmayanın ekmek yiyemeyeceği, Başkırdistan, Taşkent ve Buhara’daki milyonlarca Müslümanın bütün servetlerinin, ırz ve namuslarının ellerinden alınacağı” yazıyordu. Bu iddialarla galeyana gelmiş göstericileri yönlendirenler arasında polis teşkilatından kişiler de vardı. Heyet Erzurum’a sokulmadı ve dekovil hattıyla Karabıyık’a (Aşkale yakınlarında köy) yollandı.
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin olayları anlatan telgrafı Meclis’te okunduğunda, Mustafa Kemal, devletin her şeyden haberdar olduğunu gösteren ve Erzurumlularla hemfikir olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal aynı oturumda yaptığı diğer konuşmada Kâzım Karabekir tarafından Mustafa Suphi ve arkadaşları için yapılan plandan övgüyle bahsetti. Ardından Erzurum Valisi ‘Deli’ Hamit’e acele bir telgraf yolladı. Telgrafta “Mustafa Suphi Efendi’nin refakatinde kaç kişi olduğunun ve onların da kendisiyle birlikte gönderilip gönderilmediğinin bildirilmesini rica ederim” deniyordu.
İmha planı yürürlüğe konuyor
Bayburt’tan kızaklarla aç bilaç yola çıkan TKP kafilesi hiçbir yerde doğru dürüst konaklama fırsatı bulamayarak 27 Ocak’ta Maçka’ya vardı. Caminin yanındaki Yorgaki Otel’de bir gece kaldılar. Heyettekilerden Baytar Abdülkadir Maçka Kaymakam Vekili Murat Efendi’nin yardımıyla kurtarılmıştı. Mahmut Goloğlu’na göre, Abdülkadir, Kars’tan Trabzon’daki kardeşi Mehmet Efendi’ye gelişlerini müjdelemiş, Mehmet Efendi vekilliğini yaptığı Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ya haberi verdiğinde, Yahya kendisine Mustafa Suphi ve arkadaşları konusunda Ankara’dan emir aldığını, eğer kardeşini kurtarmak istiyorsa şehre girmesini engellemesini tavsiye etmişti. Abdülkadir’in hayatını bu uyarı kurtarmıştı.
Böylece geride Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı kalmıştı. 28 Ocak’ta Trabzon’da olağanüstü bir hareketlilik vardı. Tellallar, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti başkanı ve eski Teşkilat-ı Mahsusa’cı Barutçuzade Ahmet Bey’in oğlu Faik Bey’in gazetesi İstikbâl’in kışkırtıcı yayınlarıyla galeyana getirilen halkı cuma günü öğleden sonra ‘Rusya’daki esir kardeşlerimizi kurşuna dizdiren dinsiz vatan hainlerinden intikam almak üzere’ mağaza, dükkân ve kahvehaneleri kapatarak Değirmendere’ye çağırmıştı. Şehirdeki Sovyet Konsolosluğu’nun elemanlarına da sokağa çıkmamaları tembih edilmişti. Cuma günü, bütün esnaf dükkânlarını kapatarak, kapatmayanlar ise polis ve inzibat memurları tarafından cebren kapattırılarak Değirmendere’ye doğru sevk edildiler.
TKP heyeti, 28 Ocak akşamı saat 17.20 civarında Trabzon’a vardı. Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve adamları heyetin yolunu Değirmendere mevkiinde keserek Çömlekçi Mahallesi’nin alt yolundan doğruca iskeleye (Buhti’ye) çevirdi. Burada Mustafa Suphi ve arkadaşları tükürükler, küfürler ve tekmeler eşliğinde bir motora doğru sevk edildiler. Hemen arkalarından Kâhya’nın silahlı adamlarını taşıyan bir motor daha kalktı. Motorlar sabaha karşı 4-5 sıralarında boş olarak geri döndü, ama kimsenin iskeleye yanaşmasına izin verilmiyordu. Birkaç gün sonra tayfalardan birisi, motordakilerin birkaç mil açıkta, elleri ve ayakları bağlanarak denize atıldıklarını söyledi.
Meryem yoldaşın acı sonu
İddialara göre Sürmeneli Kınalıoğlu Ahmet Yakup motora bindirilmeyip Yahya Kâhya’nın evinde alıkonmuş, Tayyareci Tevfik ile Mustafa Suphi’nin Rus (bazı kaynaklara göre Türk, bazılarına göre Rus Yahudisi) asıllı eşi motordan geri getirilmişti. Adı çeşitli kaynaklara göre Meryem, Maria ya da Semiramis olan bu hanım, önce Yahya Kâhya’nın evine götürülmüş, kadıncağız tutulduğu yeri Rus Konsolosluğu’na bildirmeye çalışmış, notu götüren adam Kâhya’nın adamı çıkınca, ceza olsun diye Nemlizade Ragıp Bey’in evine verilmişti. Bir süre, Kâhya tarafından Rizelilere verilen kadıncağız bir oturak âlemi sırasında öldürülmüştü.
Katliamın ardından Trabzon’daki Rusya Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov Trabzon Valisi’ne Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetini soran bir mektup yazdı. Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri cevabi mektubunda, halkın tepkisi karşısında Trabzon’da kalamayacaklarını anlayan ekibin, bir motor kiralanarak sağ salim Rusya sahillerine yollandığını belirtti. Aynı gün İstikbâl gazetesinde, “Bakû Seyyahları Geldiler ve Gittiler” başlığı altında çıkan haberde olay daha ağır ifadelerle anlatılıyordu.
Mustafa Kemal’in 31 Ocak 1921’de Erzurum’daki Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığına yazdığı telgrafta “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası efradından bazılarının vatana hıyanet suçundan dolayı haklarında takibat ve soruşturma icra edilmektedir. Adı geçen fırka, hükümetçe itibar ve itimada değer değildir, Efendim.” denmekteydi. Yani, Ankara Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetinden habersiz görünüyordu. 14 Şubat’ta Trabzon’daki Sovyet Rusya Konsolosu Bagirov, Trabzon Vali Vekiline Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Batum’a ve hiçbir Sovyet sahiline gelmediğini, dolayısıyla nerede olduğunu merak ettiklerini yazdı. Vali cevabında “Üçüncü Enternasyonal Heyeti’nden hiç kimse buraya gelmedi ve hiç kimse de buradan gitmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur” dedi. Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogramla Ankara’dan Mustafa Suphilerin akıbetine dair bilgi talep etti. Ankara Hükümeti ise, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bir deniz kazasında öldüklerine ilişkin açıklamasında ısrarlıydı.
Kaç kişi öldürüldü?
TKP’nin belgelerine göre, Anadolu’ya hareket edenlerin toplamı Merkez Komite üyeleri ile birlikte 30’dur. Merkez Komite üyesi Mehmet Zeki ile üst düzey parti kadrosundan Süleyman Sami hasta oldukları bahanesiyle Erzurum’da veya Maçka’da alıkonulup, Ankara Hükümeti’nin himayesine mazhar olmuşlardı. TKP Harici Bürosu, haberin alınması ardından, “Doğu Halkları Propaganda ve Faaliyet Kurulu Başkanlığı”na gönderdiği mektupta, isim belirtmeksizin 16 kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı organ adına Ahmet Cevat’ın (Emre) 2 Nisan 1921 tarihli mektubunda ise, “M. Suphi, dört Merkez Komite üyesi ve on iki diğer yoldaşlarımız” denmektedir ki, burada verilen rakamlarla öldürülenlerin toplam sayısı 17’ye ulaşmaktadır. Mete Tunçay’a göre motorda öldürülenlerin sayısı, Mustafa Suphi ile birlikte 14’dür. Tunçay, listeye ayrıca Meryem’i eklemektedir. Emrah Cilasun başka kaynaklarda geçen isimleri de dikkate alarak öldürülen komünistlerin sayısının daha çok olabileceğini söyler.
Sonra ne oldu?
16 Mart 1921’de TBMM Hükümeti’yle Rusya Şûraları Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Mustafa Kemal aynı gün Yahya Kâhya’ya “vatanperverâne hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” şeklinde kısa bir telgraf yolladı. Bu telgraftan iki ay sonra kanlı bir tasfiye hareketi başladı. Çünkü Trabzon’daki yerel güçlerin Enver Paşa ile flört etmesi, Ankara’yı rahatsız etmişti. 300 kişilik çetesiyle Yahya Kâhya, Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’nın en has adamıydı. Dahiliye Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey, durumu ‘Trabzon’daki İskele Hükümeti’ diye nitelemişti.
Tasfiye harekâtı 26 Ağustos 1921’de Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in Trabzon Valiliği’ne getirilmesiyle başladı. 7 Kasım 1921’de Miralay Sami Sabit (Karaman) Trabzon’daki 13. Fırka Kumandanlığı’na atandıktan sonra Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyet adına toplanan paraları zimmetine geçirme suçuyla Yahya Kâhya hakkında soruşturma başladı. Kâhya uzun bir direnişten sonra 12 Ocak 1922’de Sivas Bidayet Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tutuklanarak Sivas’a gönderildi. Ancak mahkeme heyetine yapılan baskılar sonucu beraat ederek Trabzon’a geri döndü.
Kâhya’nın tasfiyesi
Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey konuyu Meclis gündemine getirdi ve Mustafa Kemal ile arasında sert tartışmalar yaşandı. Yahya Kâhya’nın sonunu, Suphilerin öldürülmeleri meselesini de ima ederek etrafa “sanki bütün bu işlerde ben tek başıma mıydım; her şeyi olduğu gibi ortaya dökeceğim” diye tehditler savurması getirdi. 3 Temmuz 1922’de Kâhya ve dört kişiyi taşıyan otomobil, Kâhya’nın Soğuksu’daki yazlık konağına giderken saldırıya uğradı. Kâhya ve iki kişi öldürüldü. Arkadan ve önden atılan 40 kadar mermiye rağmen olaydan karanlıkta kaçarak kurtulan Kâhya’nın Mustafa adlı silahlı uşağı, olaydan sonra nedense yoldaki askerî kışlaya ve şehirde önünden geçtiği hükümet, polis ve jandarmaya olayı haber vermemiş, bütün gece ortadan kaybolmuştu.
Halk arasında olayı Sami Sabit Bey’in tezgâhladığı inancı yaygındı. Durumu soruşturan heyet, 13 Eylül 1922 günlü raporunda “Kâhya öldükten sonra askerî kışlaya doğru kaçtıkları görülen katiller hakkında zamanında gereken araştırma yapılmamış olduğundan bulunmaları imkânsız hale gelmiştir” diyerek soruşturmayı kapattı.
Azmettiren kim?
O günden beri Mustafa Kemal’in olaydaki rolü aydınlanmadı. Yıllar sonra Mustafa Kemal ile yolları ayrılacak olan Kâzım Karabekir uzun bir süre yasaklı kalan anılarında, bu olayla ilgili olarak, “hayatımla ve namusumla oynadılar” diyecekti.
Yine yıllar sonra Mustafa Kemal’in Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) Bey, Yahya Kâhya’yı, 27 Mart 1923’te Mustafa Kemal’in yeminli muhalifi Ali Şükrü Bey’i öldürecek olan Giresunlu Topal Osman’ın iki adamıyla birlikte kendisinin öldürdüğünü açıkladı. Bu konuda bir makale yazan Yalçın Yusufoğlu’na göre, Yahya Kâhya’nın oğlu, Mete Tunçay’a gönderdiği mektupta, babasının “o zamanki koşullara göre vatani vazifesini yaptığını ve asıl katilin bugün tapınılan bir kişi olduğunun bir gün mutlaka anlaşılacağına” inandığını yazmıştı. Halil Berktay’ın dedesi Halil N. Berktay da olayın Ankara’dan gelen şifreli bir telgrafla emredildiğini ve şifreyi çözmüş subayla sonraları tesadüfen tanıştığını söylemişti.
Olayın dünya solculuğu açısından ne anlama geldiğini ise Mete Tunçay şöyle özetlemişti ki buna ben de katılıyorum: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli karşısında Sovyetlerin ve Komintern’in takındığı tavır dünya solculuğunun gelişme süreci bakımından bir dönüm noktasıydı. Bu olayda sosyalist anavatanın dış politika çıkarlarıyla bir kardeş partinin varlık sorunu çatışmış ve komünistler, daha sonra Troçkistler tarafından Stalin’e atfedilen bir ‘fırsatçılık’ kalıbının ilk örneğini vermişlerdi. Halbuki bunlar olurken, Lenin resmen ve fiilen Sovyet devletinin başında bulunuyordu.
Ek Kaynakça: Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Merk Yayıncılık, İstanbul, 1988; Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Milli Mücadeleye El Koymaya Çalışan Başı Dışarda Akımlar”, Belleten, sayı: 140, Ankara, 1971, s. 567-654; Cumhur Odabaşıoğlu, Trabzon, Top-Kar Matbaacılık, Trabzon, 1990; TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-2, Çev. Yücel Demirel, Tüstav, 2004; Yalçın Yusufoğlu, “Kanunisaniyi unutma”, 30.1.2008, http://www.sesonline.net; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-1925, Sevinç Matbaası, 1967; Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007.
|
|
||
MUSTAFA SUPHİ KİMDİR?
Mustafa Suphi (1883-1921), Türkiye Komünist Partisi’nin ilk
merkez komitesi başkanıdır.
Suphi 1883 yılında o zamanın Trabzon vilayetine bağlı olan Giresun kazasında doğdu. İlk öğrenimini Kudüs ve Şam’da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum’da yaptı. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi.
Fransa’da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi’nin Jean Jaures, Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi’nin İttihatçılar’la yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. O dönemki hükümetin gazetesi olan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapar.
Paris’ten İstanbul’a dönüşü 1908 yılına, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere rastlar. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi’nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit (Tek)'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Suphi, muhaliflere karşı 1913 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop’a sürülür.
1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya’ya kaçmalarıyla başlar. Önce siyasi mülteci olan Mustafa Suphi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Osmanlı tebasından olduğu için sürgüne gönderilir. Sürgün yıllarında Türk kökenli çeşitli devrimcilerle ve Bolşevikler’le tanışır. Doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine sürgüne gönderilen Anadolulu askerler arasında çalışma yürütür. Suphi’nin Bolşevik düşüncelerle tanışıp devrimci bir çalışma yürütmeye başlaması 1914-15 yıllarına denk düşer.
Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’ya gider. Halk Komiseri Josef Stalin'in yardımcılarından Mir Seyyit Sultan Galiyev'in sekreterliğini üstlenir. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa’daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşına katılır.
Gerçek anlamda Anadolu’ya yönelik çalışmaya başlaması Mayıs 1920’de Bakü’ye gelmesi ile olmuştur. Bu dönemin zirvesi 10 Eylül 1920’de 15 bölgeden gelen 75 delege ile Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasıdır.
Mustafa Suphi aynı dönemde hem Komintern’in ikinci kongresinde iki Türk delegeden biri olmuş, hem de Birinci Doğu Halkları Kurultayı'nın başkanlık divanında yer almıştır. Sovyet hükümeti tarafından güvenilen ve Anadolu’daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu’ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'daki Kuvayı Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara’ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum’da linç girişimlerine uğramalarına lakayt kalırlar.
Bazı iddialara göre 1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler.
Suphi 1883 yılında o zamanın Trabzon vilayetine bağlı olan Giresun kazasında doğdu. İlk öğrenimini Kudüs ve Şam’da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum’da yaptı. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi.
Fransa’da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi’nin Jean Jaures, Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi’nin İttihatçılar’la yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. O dönemki hükümetin gazetesi olan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapar.
Paris’ten İstanbul’a dönüşü 1908 yılına, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere rastlar. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi’nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit (Tek)'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Suphi, muhaliflere karşı 1913 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop’a sürülür.
1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya’ya kaçmalarıyla başlar. Önce siyasi mülteci olan Mustafa Suphi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Osmanlı tebasından olduğu için sürgüne gönderilir. Sürgün yıllarında Türk kökenli çeşitli devrimcilerle ve Bolşevikler’le tanışır. Doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine sürgüne gönderilen Anadolulu askerler arasında çalışma yürütür. Suphi’nin Bolşevik düşüncelerle tanışıp devrimci bir çalışma yürütmeye başlaması 1914-15 yıllarına denk düşer.
Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’ya gider. Halk Komiseri Josef Stalin'in yardımcılarından Mir Seyyit Sultan Galiyev'in sekreterliğini üstlenir. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa’daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşına katılır.
Gerçek anlamda Anadolu’ya yönelik çalışmaya başlaması Mayıs 1920’de Bakü’ye gelmesi ile olmuştur. Bu dönemin zirvesi 10 Eylül 1920’de 15 bölgeden gelen 75 delege ile Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasıdır.
Mustafa Suphi aynı dönemde hem Komintern’in ikinci kongresinde iki Türk delegeden biri olmuş, hem de Birinci Doğu Halkları Kurultayı'nın başkanlık divanında yer almıştır. Sovyet hükümeti tarafından güvenilen ve Anadolu’daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu’ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'daki Kuvayı Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara’ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum’da linç girişimlerine uğramalarına lakayt kalırlar.
Bazı iddialara göre 1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler.
***---***---***
Nazım Hikmet’in, Mustafa Suphi olayı ile ilgili yazdığı şiir
Kalbim
Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!..
Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Yandı 15 yaramdan 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
ÇAR-PA-CAK!!
Nazım Hikmet Ran
1925
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
ÇAR-PA-CAK!!
Nazım Hikmet Ran
1925
***---***---***
Mustafa Suphi ve Yoldaşları

***---***---***---***---***---***---***
Kızıldere Katliamı
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp,
Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik
güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı. Kızıldere Katliamının
sorumluları hala serbest.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
31 Mart 2007, Cumartesi
Kızıldere Katliamı, Türkiye devrimci sosyalist hareketinin tarihinde bir
dönüm noktası. 12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken, Türkiye
Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)
militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını
engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde
kıstırıldılar. Aşağıda o günlerin hikayesi...
İstanbul'da Ulaş Bardakçı'nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz'ın ağır yaralı
olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından
Koray Doğan'ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu'nun da tutuklanması üzerine,
tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara'da ya da başka bir büyük kentte
barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye
kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve
Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C'nin Doğu Karadeniz'deki kitle çalışmalarından
edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan
kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek
Fatsa'nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy'un bir akrabasının evine
yerleştirildiler.
Cezaevinden kaçıştan başlayarak yapılması mümkün ve gerekli ilk girişimin
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının önlenmesi olduğu
düşüncesinin aralarında sürekli olarak güçlendiği topluluğun eline Fatsa'ya
yerleştikten sonra Ankara ve İstanbul'da sahip olmadıkları kadar elverişli bir
imkan geçti: Varlığı daha önceden bilinen ve belirlenmiş olan NATO dinleme
üssünde görevli İngiliz personeli. Kısa bir durum muhasebesinin ardından
CHP'nin üç THKO'lunun idam cezalarının yerine getirilmesine ilişkin TBMM
kararına Anayasa Mahkemesi'nde yaptığı itirazın sonucunun beklenmesi ve
idamları önleyecek başka hiçbir yasal yol kalmadığında İngiliz görevlilerin
rehin alınarak idamların yerine getirilmesinin engellenmesine karar verildi.
Ancak, bu kararın yerine getirilebilmesi için gerekli bilgi, araç, barınma
olanakları ve ilişkiler, kısacası yerel örgütlenme, ancak seyrek bir
sempatizanlar çevresinin gevşek örgütlenmeleri içinde vardı.
Beri yandan bürokrasi içindeki mücadele, 12 Mart sonrasında devletin
korunabilmiş kimi yasallıklarının askeri diktatörlüğü kalıcılaştırma yanlısı
güçler tarafından sürekli olarak aşındırılması biçiminde sürüyordu. Bir yandan
Anayasa Mahkemesi'nde davaya bakılırken öte yandan Ankara Sıkıyönetim
Komutanlığı infazlar için darağaçlarının hazırlanmakta olduğuna ilişkin
bildiriler yayınlayarak Anayasa Mahkemesi'ni baskı altında tutmaya çalışıyordu.
Devletin kurumları arasında idama mahkum üç devrimcinin hayatları üzerinde
süren bu mücadelenin doğurduğu gerilimli ve belirsiz atmosfer içinde, henüz
hazırlıkların tamamlanmadığı bir sırada grubun büyük kentle olan son bağlantısı
da koptu. Artık yerlerinin devlet güçlerinin bilgisi içine girip girmediğinden
hiç bir zaman emin olmayarak, arkadaşlarının idamlarını engelleyemeden
yakalanmak ya da her türlü riski göze alarak harekete geçmek kararıyla, 25 Mart
1972 gecesi saat 19.30'da Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai
Arıkan ve Ertan Saruhan ellerinde kendilerine ait herhangi bir araçları
olmaksızın yöredeki bir tanıdıklarının aracıyla Ünye'de İngiliz teknisyenlerin
kaldığı apartmana keşif yapmaya gittiler. Evin önünde İngiliz görevlilere ait
aracın durmakta olduğunu görünce, o gece İngilizleri kaçırmayı düşündülerse de
çevrenin kalabalıklığından ötürü bundan vazgeçtiler. Geceyi Ünye'deki bir
tanıdıklarının evinde geçirdiler.
26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel
görevliler ve polis birlikleri ile Ankara'da elde ettikleri bilgileri
değerlendirerek Ünye'deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından
aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa'yı abluka altına
aldılar. Daha sonra 1979'da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve
çırağını gözaltına alan devlet güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları
işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya
kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye'den ayrılacak ve
arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna'nın
bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde
bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı.
Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı.
İngiliz görevlilerin araçları kaldıkları konutun önündeyse onları kaçıracak ve
birlikte gideceklerdi. Değilse, yakalanmadan önceki son şansı kullanarak
zorunlu olarak Ünye'den ayrılacaklardı. Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının
yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli
alındı. Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir
Cayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet
Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola
çıktılar. Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat
Yılmaz'dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye
giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir
yerde terkederek Ankara ya da İstanbul'a gitmekle görevlendirildiler.
Kızıldere'de
Soğuk ve rüzgarlı bir havada yokuş yukarı tırmanarak ancak gün ağarırken köy
civarındaki ağıllara ulaşabilen grup, görünmemek için ağıllarda saklandı. 27
Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta
olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar. 27 Mart 1972 sabahı İngiliz
görevlilerin evine gelen hizmetlinin durumu polise bildirmesi üzerine, bütün
bölgede topçu keşif uçakları ve helikopterlerle keşif uçuşlarına başlayan
askeri birlikler aramalarını sürdürürken Kızıldere köyüne ilk giden grubun
bağlantılarını kuranların ele geçmesi ve Niksar'daki bağlantı unsurunu
açıklaması üzerine bu kişi 29 Mart 1972 günü yakalandı ve çok geçmeden güvenlik
güçlerine muhtarın evini değilse de köy civarını tarif etti. Bu arada topçu
keşif uçakları kar üzerinde Kızıldere köyüne çıkan yolun başında İngilizlerin
aracının tekerlek izlerini tesbit ettiler. Nihayet aynı gün Niksar ilçesi
girişinde Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'ın bıraktıkları araba bulunduğu gibi,
İstanbul ya da Ankara'ya gitmek yerine geriye Kızıldere'ye dönmeyi daha
güvenlikli bulan Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz dönüş yolu üzerinde çevre
köylerden ekmek alırlarken kuşku uyandırdılar. Bütün belirtilerin Kızıldere
köyü dolayını işaret etmesi üzerine 30 Mart 1972 sabah 05.00'de bilgi edinmek
için köy muhtarının evine gelen jandarmalara muhtar önceden hazırladığı ihbar
mektubunu vererek arananların evinde kaldığını bildirdi.
Evin ve köyün sarılması üzerine evde sıkışıp kalan THKP-C üyeleri Mahir
Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan,
Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile THKO üyeleri
Cihan Alptekin ve Ömer Ayna teslim olmamayı, taleplerine olumlu karşılık
verilmez ve üzerlerine ateş açılırsa İngiliz rehineleri, bıraktıkları
ültimatomda belirtildiği biçimde öldürerek sonuna kadar çarpışmayı
kararlaştırdılar. Evin giriş ve çıkışlarını hububat ve un çuvalları, dolap,
yastık ve yataklarla tahkim ederek, evin çatısında delikler açarak çevreyi
gözetlemeye başladılar. "Teslim ol" çağrılarını reddettiler. Öğleden
sonra saat 14.00 sularında İngilizlerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve
kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve
polisten oluşan birliklere İngilizleri gösterip konuşturdular. Kısa bir süre
sonra içlerinden birinin çatıya çıkması ve görüşme yapılması isteğine uyarak
çatıya çıkan Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp
görüşmek üzere beklerlerken, ansızın üzerlerine önce tek tek, daha sonra
çevredeki makinalı tüfek yuvalarından yaylım ateşi açıldı. Bu ateşin kimin
emriyle açıldığı ve neyi amaçlamış olduğu bugün de açıklığa kavuşmuş değildir.
Teknisyenleri ve devrimcilerin tümünü uzun bir kuşatmadan sonra sağ olarak
yakalamanın askeri olarak mümkün olduğunu konuyla ilgilenen hemen hemen her
uzman belirtmiştir.
Ancak amacın birarada kıstırılmış geniş bir önderliğin bir an önce
temizlenmesi olduğu tahmin edilebilir. Kendilerini çatıdaki delikten eve atmayı
başarabilen üç kişiden geride kalan Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü.
Ardından daha önce alınan karar uyarınca İngilizler öldürüldü. Kerpiçten yapılma
evde kendi silahlarının atış menzili dışında kalan güvenlik kuvvetlerinin
atışlarına karşı koyamayan, buna karşılık siper aldıkları duvarları delen
makinalı tüfek mermileriyle isabet alan devrimcilerden Ömer Ayna gözünden
vuruldu. Cihan Alptekin karnından yaralandı. Bir süre sonra ateş kesilip
çağrılar yapıldıysa da kendilerini fiilen kurşuna dizmiş olan güçlerle görüşme
yapmayı reddeden devrimciler evin sahanlığında toplandılar. Eve yapılacak yeni
saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye
başladılar. Ancak doğrudan değil, uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla
yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet aldı. Bu
isabetle tahrip olan bölümde el bombası taşıyanlardan birinin pimi çekilmiş
bombası elinden fırlayınca ötekilerin de ortasında patlayan bomba bir dizi
patlamaya yol açtı. Evin arkasından sahanlığa girilen ikinci girişi tutmakta
olan Ertuğrul Kürkçü dışındakilerin önemli bir bölümü ölürken Ertuğrul Kürkçü
evin bitişiğindeki samanlığa geçerek saklandı. Evden gelen silah atışlarının
kesilmesi üzerine tarama atışları yaparak eve girenler can çekişmekte olan
Saffet Alp'i kurşuna dizdiler. Evdekilerin tam sayısını bilmemeleri ve muhtar
Emrullah Arslan'ın verdiği sayıyla ölülerin sayısının uyması üzerine hava
kararırken cesetleri de alarak köyden ayrıldılar. Ertuğrul Kürkçü saklandığı
yerden çıkamadı.
Ertesi gün ölülerini almak üzere gelen yakınlarının teşhisleri sırasında
Ertuğrul Kürkçü'nün babasının ölenler arasında oğlunun bulunmadığını söylemesi
üzerine yeniden yapılan arama sırasında Ertuğrul Kürkçü de yakalandı.
Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihinde "Kızıldere
Katliamı" olarak bilinen olay, gerçekleşmesi ve gelişmesi sürecinde
Türkiye'de ve Türkiye dışında büyük tepkilere yol açtı. Ancak yapılan bütün
yanlış bilgilendirme, saptırma ve spekülasyonlara karşın devletin bu
"katliam"ı savunması ve meşrulaştırabilmesi mümkün olmadı. Halkın
vicdanı Kızıldere'de öldürülenlerin yanında yer aldı.
Ancak, devletin özgül amaçları bakımından "Kızıldere Katliamı"
hedeflerine ulaştı. Öncelikle THKP-C'nin önderliğine vurulan ağır darbe,
yalnızca bu örgütün değil, sosyalist hareketin 1968'lilerin içinden çıkan
önemli bir grup önderinin yokolmasına yol açarken özellikle THKP-C'nin atomize
olmasına ve örgütsel olarak dağılmasına neden oldu. Sürekli ve güvenilir bir
önderlik yoksunluğu sosyalist hareketin "devrimci" kanadında sonraki
on yıl boyunca da esaslı olarak giderilemeyen bir önderlik bunalımına yol
açtı.(SA/EÜ)
* Bu yazı Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 'nden
alındı. İletişim Yayınları, Cilt 7, sf. 2185-88
Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor...
"Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkanına
ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı
tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı
yıkmadıkça mümkün olamayacağı."
İstanbul - BİA Haber Merkezi
29 Mart 2008, Cumartesi
12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce
Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu
(THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin
İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı
Kızıldere köyünde kıstırıldılar.
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan,
Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat
Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna
güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı.
bianet Kürkçü’yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine
konuştu, ona bugün’den bakınca Kızıldere’yi ve onun hayatında nasıl yer
ettiğini sordu.
Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de
öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara
davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri
ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar
böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak
gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır
rejim "önemli, sorunlu, yasak günler" takviminde de 30 Mart'ı kırmızı
harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme
arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca
insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş
oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve
beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci
mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve
anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki
hâlâ o zamanda değiliz.
68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler
kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın
kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında
dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye’deki durum ile örneğin
Kore’deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore’nin bugününe bakarak,
Kore’nin 60’lar 70’lerdeki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak
mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizasyonu için çok özgül
mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış
olmasıyla ilgili bir durum. Tabii Türkiye örneğin Almanya’ya göre iktisadi
gelişme düzeyi daha geri bir ülke olduğundan bunlar daha hoyratça yollarla
yapılıyor. Başka yerlerde daha sofistike yöntemlerle. Ama genelde 1990-2000
arasında kitle mücadelesinde bir düşüş yaşandı.
Öte yandan şaka değil, Türkiye’de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını
kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla
"Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model
bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde
mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya
nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamalı. Ortada
hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine
alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek
endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanlarının her bir anı
piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği
için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne
olabilir?
Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel
olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın
bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya
yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980
sonrası bu algıda dağılma oldu.
Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para
kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze
yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki
büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini
dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem
değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci
arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
İkinci mesele Siyasi İslamın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan,
umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat
ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak
görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf
karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
Aynı şekilde Kürt milli kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt
patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir
bütün olarak üretim süreci dışında "imiş" gibi göründü,
görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündeydi. Emek, sermaye,
sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha
buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.
Kent yaşamındaki değişiklikler de buna yol açtı. Eskiden zengin ve yoksul
aşağı yukarı aynı mahallede yaşıyordu. Şimdi kentler yeniden kurulur,
"dönüştürülürken" sınıflar kent arazisi üzerinde tamamen kendilerine
ait özel mekanlara yerleşti. Şimdi burjuvazinin nerede yaşadığını bilemezsiniz,
evlerinin önünden geçemiyorsunuz. Küreselleşme dünyanın bütün zenginleriyle
yoksullarını da küresel olarak ayrıştırdı onlarla mekanda karşı karşıya ilişki
de görünmez oldu.
Görünmemesi imkansız olan tek şey yoksulluğun bütün dünyayı sarıyor olması.
İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin
daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve
yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait
olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasına yol
açıyor.
Sizi Kızıldere’ye götüren güç neydi?
Engels’in
lafını hatırlamak önemli:
"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar
gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
Kızıldere’ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye
dönüp bakınca doğru/yanlış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey
söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında,
biz Mete Has’ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı
yayınladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği,
süreci ve ahlakı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda
yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın
edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere’ye götüren şey
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine imkan vermemek, onların
asılmalarını öylece elleri kolları bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak
onu durdurmak kastıydı.
Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi
azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkemesi’nin
kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da
var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir
rejim kararı olduğunu gösteriyor.
Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada
kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak
için harekete geçenler- Fatsa’da Ankara’dan gelen birliklerin sıkıştırması
altında kaldık. Kendimizi Fatsa’dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde
politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da
almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda
tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için
yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı
olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki
nasıldı?
Olayı
sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz 11
devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı
dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu.
Fakat
bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse
Türkiye’nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
(THKP-C) –Kızıldere’de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye’nin her
yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu.
Biri
İşçi Partisi içindeki “devrimci TİP muhalefeti”ne, ikincisi Devrimci Gençlik’e
(Dev Genç) dayanıyordu.
Silahlı
kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar
arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan
daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12
Mart’ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette
bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu
zeminle bire bir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu
baskı desteğin büzüşmesine yol açtı.
Mahir
Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları
darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl
sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara
sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
Aslında
gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler
"öncü" darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere
sempati gösterdiler. Önce Kızıldere’de arkadaşlarımızın yokedilmesi arkasından
Denizler’in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden
köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi
dalgası yarattı. THKP-C’nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af
çıkıncaya kadar, yaygınbir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
Bu
tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş,
Türkiye’ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru cevapları vermeyi
başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya’daki Kızıl Tugaylarınkinden ya da
Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük
kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen,
yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü birhareket
olmamız.
O
nedenle 1971-72’deki çıkışın Türkiye Sosyalist hareketinde –THKP-C’nin yanına
THKO ve TİKKO’yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin
dışına çıkışın imkanlarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın
bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını
düşünüyorum.
Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal
yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış
olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve
sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı
kateden, sermayenin hegemonyasını dışardan kuşatan bir dizi etkinlikler
toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak
sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli
şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya
da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç.
Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yalıtık ya da kısmi kalmaya mahkum
gibi.
Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir
"komünizm projesi" var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde
gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin
sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye
döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum.
Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte
deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak.
Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir,
dolambaçlıdır, sarptır…" saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu
sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz
yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor.
Kendi kişisel mücadelenizle değerlendirince bianet’i nereye
koyuyorsunuz?
Az önce bahsettiğimiz ikna, hegemonya mekanizmaları kitlelerin bilincinin
yeniden üretildiği yerde kuruluyor. Bu mekanizmaların işleyişine müdahale
edemediğinizde sistematik bir bilgi akışı kurulamıyor. Yaygın medyanın bir
dezenformasyon süreci olarak nasıl çalıştığını, nasıl gerçeğin sadece ve ara
sıra bir kısmını sunduğunu, insanların gerçeğin geri kalanınıysa tahmin ederek,
el yordamıyla, göz kararıyla bulmaya çalıştıklarını, bizi her zaman parçalı bir
düşünce yapısına mahkum kılan bir enformasyon yapısının hakimiyeti altında
yaşadığımız görüyoruz.
Bu bütün televizyon istasyonlarını havaya uçurarak önlenemez. Bu kendi
iletişim zeminimizin de ortadan kaldırılması olur. Bizim bir karşı iletişim
alanı yaratmamız gerekir.
O nedenle şimdi birlikte yaptığımız işi insanların kendileri ve hayatları
hakkında karar verebilmeleri için, gazetecilerin gazeteciliği yeniden
kendilerine yaraşır bir meslek gibi kurmaları için giriştiğimiz bir ortak çaba
olarak görüyorum... Bu tarz çabalar olmadan bilginin, bilincin yeniden üretimi
gerçekleşemeyecek. Egemen bilgiye bir seçenek sunulamayacak. Bunu idrak ettiğim
için bu böyle.
Şu sorulabilir: O kadar iş varken neden bu?
Kimse yapmayınca mecburen yapıyoruz. Bu işler kısmen yaygın medyadan bir
beklentisi olmayan, onla iyi geçinmek için sebebi olmayan, ona geri dönme
beklentisi olmayan insanlara düşüyor. Hem hayatımızı sürdürmek hem sürdürürken
kendimize yabancılaşmamak, hem de toplumun aktif, değişimden yana tabaklarına
uzanan bir bilgi kanalı kurabilmek için yaptığımız bu işle 36 yıl önce
yaptıklarım arasında özce bir fark görmüyorum.
Hayat ne siyasi mücadeleden ne de iletişim hikayesinden ibaret. Sosyal
mücadelenin bütün ögelerini birden dönüştürmeye ihtiyacımız apaçık ortada.
Dolayısıyla bianet’te çalışmak, bianet’ten çıkınca siyasi yayınlarla,
sosyalist hareketin kendini yeniden kurması için yapılması gereken işlerle
uğraşmak birbirine yabancı değil. Bunların hepsini birbiriyle ilişikilendirmek
için de yeni bir iletişim düzeneği oluşturmak çok önemli. Tıpkı grev yapmak,
politik parti kurmak, mahalle derneği oluşturmak kadar önemli.
Bence kapitalizmin hakimiyet ilişkilerine karşı getirilmiş her düzeydeki
bütün itirazlar çok devrimcidir ve ancak bunları piyasanın dışında bir iletişim
mekanizmasıyla birbirine bağladığımız zaman sonuç alabiliriz. (EZÖ/GG)
***---***---***
Murat
Bjeduğ Blog
Mahir Çayan ve arkadaşları ile rehineler Kızıldere'de nasıl öldürüldü?
03.04.2012 00:00:00 3 yorum
Sene 1972. 18 Mart'ta, Ertan Saruhan’ın kullanmakta olduğu
kamyonla Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan
Alptekin ve Ömer Ayna Ünye'ye ulaşırlar. Ahmet
Atasoy, Ünye'de aldığı grubu, abisi Mehmet Atasoy’un
Fatsa'nın Yapraklı köyündeki evine götürür.
Bir parantez açmak gerekiyor, tam da bu noktada: Ertan Saruhan’ın, güzergâh
boyunca yapılan kontrolleri kendi kimliği ile geçtiği, uzun yıllar evvel Uğur
Mumcu tarafından işlenmiş ve kuşkulu bulunmuştu. Konspiratif
yaklaşımlar, bu mevzu üzerinden Kızıldere’nin zaten devletçe planlanmış bir
senaryo olduğu ve akıbetin bu şekilde organize edilmiş olduğu iddiaları zaman
zaman seslendirilmişti.
“Karadeniz – DEV-GENÇ – THKP-C” denince akla gelen ilk isimlerden biri de,
geçtiğimiz aylarda vefat eden “Çörtük İsmet” lakaplı İsmet Öztürk’tür.
Mahir'in Karadeniz örgütlenmesi için ilk görüştüğü simalardan biri olan İsmet
Öztürk, köy çalışması ya da kaçak olduğu için Karadenize gelen
militanların ilk temas kurduğu mahalli kadrolardan olduğu için ve Maltepe
firarı sürecinde görev de verildiği için olayların iç yüzüne vakıf olmasının
yanı sıra, Karadeniz kadrosunu, hele de THKP-C’nin Karadeniz sorumlusu Ertan
Saruhan’ı hem çok iyi tanımakta, hem de sıkı ilişkisini sürdürmektedir.
Ölümünden evvel yayımlanan “THKP-C’den Kurtuluş’a MÜCADELE HAYATIM” isimli
siyasi anı kitabının 64. sayfasında bu mesele hakkında şunları yazıyıyor:
“Benim aranıp aranmadığım belli değildi, ama Ertan serbest dolaşıyordu.
Uğur Mumcu’nun köşe yazılarına malzeme olan 'Ertan aranmasına rağmen
polis hüviyetine bakıp serbest bıraktı' safsataları boş kuruntudan
başka bir şey değildir. Ertan’ın arandığına dair şüphelerin oluşması, …
Mahir’leri Karadeniz'e geçirdikten sonra izini kaybettirmesinden kuşkulanan
polisin izini bulmak için sürdürdüğü çabaların sonucu olmuştur.Yani Fatsa’ya
geldikten sonra.’’
Kızıldere'ye gitmeye nasıl karar verildi?
Fatsa'nın Yapraklı köyünde, kararlaştırılan eylemin planı yapılır. Ünye’deki
Amerikan radar üssü çalışanları, tesadüf, THKP-C sempatizanı bir avukatın
bürosunun da bulunduğu apartmanın üst katında ikamet etmektedirler.
.Ahmet Atasoy, avukatın bürosuna giderek Mahir’lerin istediği istihbaratı
toplayıp, gruba iletir.
Mehmet Atasoy’un evinde, tamamen yapılacak eyleme odaklanmış bulunan Çayan
ve arkadaşlarının, eylemden sonra rehinelerle birlikte gidecekleri güvenilir
bir yer bulunması işi de yine Ahmet Atasoy tarafından halledilir. Ne Çayan, ne
de diğerleri o sıralar ne Kızıldere, ne de kalacakları ev hakında bir
bilgiye sahiptirler. Ahmet Atasoy, Alevi bir sülaleden gelmektedir. Önce, “Yüncü
Hasan” diye anılan Hasan Yılmaz’ı bağ fidesi sattığını bildiği
için pazar yerinde bulur. Kazandığından daha fazlasının kendisine verileceğini
söyleyerek kalınacak yer bulmasını ister. Kızıldere köyü muhtarı ve Alevi
olan Emrullah Aslan’ın yakını olduğunu söyleyen Yüncü Hasan
ile birlikte Emrullah Aslan’la görüşülür. Kızıldere’de öldürülen Nihat
Yılmaz’ın kardeşi Abdullah Yılmaz'ın da bulunduğu görüşmede, yetenekli
ve vasıflı bir insan olan Ahmet Atasoy, Emrullah Aslan’ı şu sözlerle ikna eder:
“Maltepe Cezaevi'ni yarıp geçen arkadaşlardan dört kişiyi buraya
getireceğiz. Bunlar Alevidir. Bunları saklamak bizim görevimizdir. Sen de
görevini yapmalısın. Bunlar yiğit insanlardır, doğru insanlardır, namuslu
insanlardır. Kayseri’de Hıdır diye biri var, Hüseyin İnan’ın babası.” ( THKP-C
ve KIZILDERE – KORAY DÜZGÖREN, s.31).
Böylece kalınacak ev meselesi de hallolur. Köyün “Kızıldere” olan adı ile
garip bir tesadüf eseri, olayın özü denk düşecektir!
'Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi!'
Eylem timi Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan
Alptekin, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz,
Ahmet Atasoy, Hüdai Arıkan olarak belirlenir.
Eyleme katılmaması kararlaştırılan Saffet Alp, Ömer
Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, 23 Mart günü Sabahattin
Kurt’un kalmakta olduğu Fatsa, Nurettin köyündeki Hüseyin
Gümüş’ün evine getirilir. Evdeki bir sohbet sırasında Hüseyin Gümüş,
sorar:
“Sabahattin ne dersin, devrimi görebilecek miyiz?‘’
Sabahattin Kurt’un cevabı şimdi bile yürek sızlatıyor; “Ne devrimi görmesi,
altı ay yaşarsak iyi...”
24 Mart günü, Ömer Ayna, Yüncü Hasan, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt
ve Saffet Alp, şoförlüğünü Mehmet Bayrak’ın yaptığı araçla
uaştıkları Niksar'ın Reis köyünde araçtan inerler.
Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp, Yüncü Hasan
tarafından Kızıldere’ye getirilir. Vakit sabaha karşı olduğundan, eve girmek
mahzurlu görülür ve gün boyu köy dışında havanın kararması beklenir. Hava
kararınca da muhtarın evine girilir.
'T.C Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine...'
25 Mart 1972 tarihli, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu,
ve Hükümetine” başlığını taşıyan bildiri ile eylemciler isteklerini şu şekilde
sıralayarak dünya ve Türkiye kamuoyuna ilan ederler:
1 – İnfazlar derhal durdurulacak,
2 – Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.
3 – Ençok kırk sekiz saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından
infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.
Ve Ünye'de teknisyenler kaçırılıyor
26 Mart 1972 günü Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Hüdai
Arıkan Charles Turner, Gordon Banner ve John
Stuart Law’ı rehine alırlar. Grup, dışarıda İngiliz teknisyenlere ait
Land-Rover'a Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz ile birlikte binerek
Niksar’a doğru hareket eder. Aracı Nihat Yılmaz kullanmaktadır. Eylem
başlamadan Ünye’ye gelmiş olan (Çörtük) İsmet Öztürk, ilk etapta zaman
kazanılması için gerekli gördükleri kurum ve kişilerin telefon hatlarını
kesmiştir.
27 Mart'ta apartmana gelen müstahdem evdeki diğer İngilizleri elleri bağlı,
ağızları flasterli vaziyette bulunca olay açığa çıkar.
27 Mart saat 01:30 sıralarında Kızıldere eteklerine gelen Mahir Çayan,
arkadaşları ve rehineler araçtan inerler. Ahmet Atasoy kılavuzluğunda yürüyerek
Kızıldere’ye varılır, ancak günün ışımış olması nedeniyle muhtarın evine
girilmez, bir ağılda akşamın olması beklenir. Gece geç saatte ekip eve girer.
Bütün bunlar olurken, istihbarat güçleri, özellikle de Mehmet Eymür
ve Hiram Abas hiçbir açığı kaçırmadan iz sürerken Mahir’lerin
Karadeniz'e geçtiklerini öğrenirler. Ziya Yılmaz’ın Fatsa’lı
olması akıllarına gelir sorguyu yapan Eymür ve ekibinin. Fatsa’ya odaklanırlar
ve sorgulamalar akabinde hemen tutuklamalar başlar.
Arkadaşlarının yanına dönüp öldüler
Mahir Çayan, Kızıldere yöresine geldiklerinde Land-Rover'dan inerken aracı
kullanan Nihat Yılmaz ile yanındaki Ertan Saruhan’a aracı uzak bir yere
bırakarak Ankara, İstanbul’a gitmelerini, izlerini kaybettirmelerini ve bu
tarihsel eylemi gelecek kuşaklara anlatmalarını ister. Jipi en uzak noktaya
götürüp terk eden Saruhan ve Yılmaz, 28 Mart 1972 günü, bugün anlaşılması,
algılanması ve izahı güç bir duygudaşlık ve cesaretle son derece zor
koşullarda, saatlerce yürüyerek, sora sora Kızıldere’ye dönerler. Ve iki gün
sonra cenazelerinin çıkacağı o meşum evde yoldaşlarının yanına yerleşirler.
Hem ihtiyaçları karşılaması, hem de etrafı bir kolaçan etmesi için 28
Mart'ta Tokat’ın Niksar ilçesine gönderilen muhtar, askeri birliklerin ve sıkı
önlemlerin boyutunu evdeki konuklarına aktarır. Mahir Çayan ve arkadaşları
artık kendilerine doğru adım adım yaklaşıldığını tahmin ederler.
Peşpeşe tutuklamalar ve sorgulamalar sonucu özellikle Yüncü Hasan’dan alınan
bilgilerle Kızıldere tespit edilir. 29 Mart gecesi saat 23:00 sıralarında Yüncü
Hasan güvenlik güçleriyle Kızıldere’ye getirilir. Muhtar Emrullah
Aslan’ın (Koray Düzgören – THKP-C ve Kızıldere, s. 111 ) anlatımından
öğreniyoruz ki, Mahir Çayan ve arkadaşları Yüncü Hasan’ın ele geçtiğini ve
kendilerine doğru yaklaşıldığını ellerindeki telsizden zaten öğrenirler.
Hasan Yılmaz’ın oyalayıcı tutumu üzerine Jandarma Teğmen Mustafa
İlerisoy ile Astsubay Başçavuş İsmail Hakkı Topaloğlu
30 Mart 1972 tarihinde köyün muhtarı ile görüşmek üzere eve gelirler. Ama henüz
Mahir'lerin o evde oldukları bilgisine sahip değillerdir, muhtardan bilgi almak
amacıyla gelinmektedir.
Askeri Savcı'nın iddianamesinden Kızıldere
Şimdi Kızıldere trajedisinin, askeri savcı Albay Naci Gür
tarafından hazırlanan iddianamedeki anlatımına bakabiliriz:
Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy ile Jandarma Astsubay başçavuş İsmail Hakkı
Topaloğlu’nun eve doğru yaklaştığını gören nöbetçi eylemci, durumu
arkadaşlarına ve muhtara bildirmiş; eylemcilerce Emrullah Aslan, görevlilerin
gelişlerinin gerçek sebebini öğrenmek ve zaman kazanmak amacıyla onları
dışarıda karşılaması için gönderilmiş; ancak durumun vehamet arz ettiğini,
köyün güvenlik kuvvetlerince sarıldığını öğrenen muhtar Emrullah Aslan
kendisini sorumluluktan beri kılmak için daha önce hazırladığı bir mektubu
görevlilere vererek anarşistlerin ve kaçırılan üç İngiliz’in evinde bulunduğunu
beyan etmiştir. Emrullah Aslan’ın güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınmasını
müteakip evdeki ailesi mensubu da dışarı çıkmıştır.
Durumun… J. Alb. Kadri Sönmez’e bildirilmesi üzerine
komando taburunca köy çevrilmiş; anarşistlerle üç İngiliz’in bulunduğu ev
civarı da görevli kılınan timlerce abluka altına alınmıştır.
30 Mart 1972 günü sabahı Kızıldere köyüne gelen Harekât komutanı J. Alb. Sezai
Durukan (…) komutayı almış; öncelikle ev yakınına kadar emniyet
müfrezelerini ve dinleme postalarını görevlendirdikten sonra Mahir Çayan ve
arkadaşlarına megafonla teslim olmalarını… adalete teslim edileceklerini…
İngilizlerin Türkiye’de misafir bulunduklarını, onların öldürülmemesini, bu
İngilizlerin öldürülmelerinin Türk milletini güç durumda bırakacağını,
İngilizleri göstermelerini birçok kerre ihtar ve ikaz etmiştir. Buna
karşılık Mahir Çayan ve arkadaşları teslim olmayacaklarını, buraya ölmek ve
öldürmek için geldiklerini, bunda kararlı olduklarını, şartları yerine
getirilmediği takdirde çarpışaklarını ve İngilizleri öldüreceklerini belirterek
silahlı kuvvetler ve komutanlarına hakaret teşkil eden sözlerle karşılık
vermeğe devam etmişlerdir. Eylemciler evin sarılmasından sonra çatı
kiremitlerini yer yer açarak dışarıyı daha iyi görebilecek bir durum
sağlamışlar; dışa karşı isabetli atışı temin etmek üzere bina duvarında da
mazgal delikleri açmışlar; ayrıca evin kapı ve pencereleri arkasına eşyaları
yığarak tahkimat yapmışlardır.
Yapılan müteaddit ihtarlardan sonra üç İngiliz… görevlilere gösterilmiş;
güvenlik kuvvetlerince, kaçırılan üç İngilizin de evde bulunduğu kesinlikle
öğrenilmiştir.
Saat 12:00 sıralarında güvenlik kuvvetlerince megafonla eylemcilere hitaben:
“İçinizde hiçbir eyleme katılmamış şahıslar var, teslim olmak onların menfaatleri
icabıdır. Adalete teslim olun ve İngilizleri öldürmeyin’’ şeklinde ihtarda
bulunulmuş; bunun üzerine Mahir Çayan arkadaşlarını toplayarak “bu olay Sibel
Erkan olayının daha yüksek seviyedeki tekrarıdır. Sibel olayı sırasında Hüseyin
Cevahir, çok yiğit bir arkadaşımız olmasına rağmen bu kabil ihtarlar karşısında
teslim olmak istemişti. Oysa bu onun bir zayıflığının ifadesiydi” demek
suretiyle arkadaşlarının hislerine hitapta bulunmuş; bunun üzerine müştereken
yapılan konuşmada teslim olunmaması ve İngilizlerin öldürülmesi hususunda
tekrar tam bir anlaşmaya varılmıştır.
Saat 14:00 sıralarında evde eylemcilerce güvenlik kuvvetlerine seri atışlar
yapılmağa başlanmış; dıştan da görevli erlerce ev saçak kısmına 3-4 el ikaz
atışı yapılması üzerine harekât komutanı J. Alb. Sezai Durukan
İngilizleri sağ olarak kurtarmak ve eylemcileri de sağ olarak ele geçirmek
amacını güttüğünden derhal emrindeki birliğe ateş kesmesi emrini vermiştir.
Bu arada Mahir Çayan’ın verdiği talimat veçhile hareket eden
eylemciler, elleri arkadan bağlı vaziyette tutulan Charles Turner, Gordon
Banner ve John Stuart Law’ı tabanca ile müteaddit atış yapmak suretiyle
öldürmüşler; güvenlik kuvvetlerince evden boğuk silah sesleri geldiğinin
duyulması üzerine dinleyici postaları çağırılıp sorulduğunda tabanca ile atış
yapıldığı kesinlikle öğrenildiğinden eylemciler tarafından İngiliz
teknisyenlerinin öldürüldüğü anlaşılmıştır.
Bütün buna rağmen eylemcilere saat 15:45’e kadar devamlı olarak İngilizleri
göstermeleri ve teslim olmaları, aksi halde güvenlik kuvvetlerinin kanuni
yetkilerini kullanacakları ve atışlarına atışla karşılık verileceği ihtar
edilmesine rağmen müspet bir cevap alınamamış; aksine küfür ve silah atışı ile
mukabele edilmiştir. Saat 16:00 sıralarında içerden el bombası atılmağa ve
arkasından da silah atışı yapılmağa başlanmış, bu zorunlu durum karşısında
güvenlik kuvvetleri de… mukabil atışta bulunmuştur. Bu müsademe sırasında evden
Çayan vuruldu diye bir ses duyulmasına rağmen içeriden silah ve bomba atışına
devam edilmiş; bu sırada ev içinde eylemcilere ait el bombalarının patladığı
işitilmiştir.
İngiliz teknisyenlerinin öldürüldüğünün kesinlikle öğrenilmesi, müteaddit
ihtarlara rağmen eylemcilerce atışa devam edilmesi karşısında harekât
komutanlığınca teşkil edilen tim, göz yaşartıcı ve sis bombası kullanarak eve
girmeğe muvaffak olduğunda evde bulunan Cihan Alptekin, Ömer
Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru,
Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Ahmet
Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt
ve Nihat Yılmaz’ın ölmüş oldukları; İngiliz teknisyeni Charles
Turner, Gordon Banner, ve John Stuart Law'un
ise eylemcilerce öldürüldüğü, cesetlerinin soğumuş olduğu, kolları arkadan
bağlı ve sırtüstü bir şekilde ev holünde bulundukları tespit edilmiştir.
Sanık Ertuğrul Kürkçü ise arkadaşlarındaki savunma el
bombalarının patlaması bu sebeple birçoğunun ölmesi ve yaralanmasından sonra
beraberine Mısır yapısı 9 mm
çaplı 13746 numaralı otomatik tabanca, 61 adet aynı çaplı mermi ve 1 adet
fünyeyi alıp ev alt katındaki samanlığa kaçarak samanlar arasına saklanmış; ele
geçirilen sanıklar arasında Eruğrul Kürkçü’nün bulunmadığı tespit edildikten
sonra 31 Mart 1972 günü aynı evde arama yapıldığında adı geçen sanık gizlendiği
samanlıkta taşıdığı silah, mermi ve fünye ile ele geçmiştir.”
12 Mart ve Türün kardeşlerin icraatı
Albay savcı Naci Gür’ün iddianamesinde vaka böyle
anlatılıyor.
Bu noktada atlanmaması gereken önemli bir detay var. 12 Mart muhtırasından
sonra Demirel hükümetinin istifasının ardından 26 Mart'ta CHP’den bu
görev için istifa etmiş bulunan Prof. Nihat Erim tarafından kurulan hükümet, 27
Nisan'da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik
Türün’ü getirir. Faik Türün’le birlikte muazzam bir tevkifat dalgası
ülkeyi ve İstanbul’u sarar. 12 Mart sürecinde tüm toplantılara iştirak etmiş ve
sürecin önemli isimlerinden biri olan General Celil Gürkan,
Hava Kuvvetleri Komutanı ve 12 Mart'ın mimarı Muhsin Batur’un
son dakika çalımıyla emekliye sevk edildikten hemen sonra, bir Faik Türün eseri
olan Ziverbey Köşkü denilen işkencehaneye getirilerek 6 gün misafir !? Edilir. Bu Ziverbey
Köşkü'nden geçmeyen aydın-demokrat kalmamıştır neredeyse.
Faik Türün’ün kardeşi Tevfik Türüng de (iki kardeşin
soyadları farklı geçiyor M.B) Ankara Merkez Komutanlığı'nda abisi ile aynı misyonu yerine getirmektedir. 1971-72
döneminin, devrimciler açısından bu denli kanlı ve ölümlerle geçmesinde bu iki
isme sık raslanır.
İlk gün verdiğimiz kronolojide ismini andığımız Koray Doğan’ın
babası subaydır. Tevfik Türüng'ün tanışıyor olduğu Koray Doğan'ın babası ile
görüşmek için evlerine gelir ve çok açık bir şekilde 24 saatte teslim olmazsa
Koray Doğan'ın başına kötü şeylerin geleceğini açıkça söyler. Aile Koray’a
ulaşamadan, Koray ertesi gün vurularak öldürülür! Faik ve Tevfik Türün
kardeşlerin görev ifasında benzeri olayların sık vuku bulduğu biliniyor.
İşte, THKP-C iddianamesini hazırlayan bu savcı albay Naci Gür’ün, Faik
Türün’e yakın isimlerden olduğu söylenegelmiştir ki, bunda hakikat payı
olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek.
İddianamede ve dönemin gazetelerinde “üç İngiliz” olarak geçen
teknisyenlerden Charles Turner (1926) ve Gordon Banner'ın (1937) İngiliz, John
Stuart Law'un (1946) ise Kanadalı olduğu notunu düşerek bugünkü bölümü
noktalayalım.
Murat
Bjeduğ Blog
Tanık anlatımlarıyla Kızıldere iddianamesindeki yalanlar...
04.04.2012 00:00:00 4 yorum
1972 yılında 5 yılı hücrede 14 yıl sürecek hapis hayatına başlayan Ertuğrul
Kürkçü, 1978 yılında Niğde Cezaevi'nde iken Uğur Mumcu
ile yaptığı görüşmede Kızıldere olayını detaylı olarak anlatmıştı. Önce
Cumhuriyet gazetesinde tefrika olarak çıkan Niğde Cezaevi'ndeki diğer
tutuklular ile de yapılan görüşme ÇIKMAZ SOKAK adında kitap olarak da
yayımlandı.
1986 yılında cezaevinden tahliye olan Ertuğrul Kürkçü, on yıllardır,
defalarca Kızıldere olayı, o evden nasıl sağ kurtulduğu ve olay sırasında orada
bulunmamış insanların yaptığı yorumlu ve imalı sorularına takdire şayan
bir sabırla cevap verdi; sabır sınırları fütursuzca, saygısızca zorlansa
da.
Kürkçü’nün çeşitli yerlerde de yayımlanmış olan Kızıldere vakası
hakkındaki anlatımlarından, savcılık ifadesindeki metin de dahil, tamamına
başvuracağız, en ufak bir ayrıntıyı bile atlamamak için. Bize yapılan sözel
anlatımlarına da yeri geldikçe değineceğiz.
Ama önce askeri savcı albay Naci Gür’ün dün yansıttığımız
iddianamesindeki iddialarına dikkat çekmek istiyoruz. Bu iddianame,
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi'ni (THKP-C) olduğundan çok daha komplike
, tüm birimleri tekmil olmuş, seksiyonları, raporlamaları, iç iletişimi,
organların dinamik işleyişi vs ile neredeyse bir RSDİP tasviri yapmış.
Buradaki amaç, idam talebi için mesnet yaratmaktır. Unutulmamalıdır ki THKP-C
1970 yılında kurulmuş, öncesi bulunmayan, bir geleneğin devamcısı olmayan ve
nihayetinde 20-25 yaş arasındaki genç insanların kurduğu, yönettiği ve
militanlığını yaptığı bir örgüttür. İddianamenin bir numaralı sanığı da
Ertuğrul Kürkçü’dür.
Ertuğrul Kürkçü'nun idam hevesini kursağında bıraktığı tek isim savcı albay
Naci Gür değildir. Deniz’lerin idam kararının alındığı sıkıyönetim
mahkemesinin başkanı Ali Elverdi Paşa da Kürkçü’nün idam
edilmemiş olmasını “adli bir hata” olarak yorumlamış ve “İdam
edilmeliydi” diyebilmiştir. Elverdi, malum, yediği lokmanın nefes
borusuna kaçması sonucu tam iki yıl önce evinde boğularak ölmüştür.
Kırk yıl sonra olgular, belgeler, kanıtlar ışığında savcı ve idamı istenen
davanın bir numaralı sanığı hakkında ince eleyip sık dokuyarak sonuca ulaşmaya
çalışıyoruz.
İDDİANAMEDEKİ KURGU VE KIZILDERE GERÇEĞİ
İddianamenin iddialarına yakından bakalım.
1 - Mahir Çayan'ın teslim olun çağrılarına karşı “Ölmeye
öldürmeye geldik değil”, ‘’Buraya dönmeye değil ölmeye geldik’’, diye cevap
verdiği, hem Ertuğrul Kürkçü, hem de köylülerin ifadelerinde açıkça bellidir.
Olayı izlemekte olan Kızıldere Muhtarı Emrullah Aslan 1988
yılında şunları anlatmıştır:
“Mahir dedi ki ‘Mehmetçikler, sizi bizim üstümüze gönderiyorlar… Siz
nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz. Siperlerinizi almamışsınız. Biz size kurşun
atmayız.'
Kiremitleri attı. 'Mehmetçiklerin arkasına saklanmayın faşist
köpekler. İleri siz gelin’ dedi.” ( Koray Düzgören THKP-C ve
KIZILDERE, s. 112 )
2 - Saat 30 Mart 1972'de saat 14:00 sıralarında “evden eylemcilerce
güvenlik kuvvetlerine seri atışlar yapılmağa başlanmış” ifadesi de gerçek
dışıdır. İlkin, dışarıdan eve doğru üç el ateş edilmiş, ardından seri
olarak ateşlenen G3 piyade tüfeği mermileri sağanak halinde, toprak-kerpiç evi
kalbura çevirmiştir. Bu konuyu hem Ertuğrul Kürkçü’nün, hem de muhtarın
beyanlarında göreceğiz. Muhtar Aslan, aynı yerde, gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Her taraf yıkıktı. Kurşun deliği, roket bütün duvarları almıştı…
Samanlığa roket attılar. Ama yıktı geçti öbür tarafa… ne bir roketi, ne iki
roketi… Bütün roket. Öbür odada görmüşsündür şarapnel parçalarını. Bu iki
odanın arasında beton duvar var. Bu betonu öylece indirmişler aşağı. Evde
hiçbir oturacak hal filan yoktu.”
3 - İddianamedeki “Görevli erlerce evin saçak kısmına 3-4 el ateş edilmesi
üzerine operasyonu yöneten komutanın (rehine) İngiliz’leri sağ kurtarma amacı
güdüldüğünden, ateş kesilmesini emrettiği” de doğru değildir. İlk atış ve
makineli tüfek seri taramaları sırasında evde ilkin çatıda bulunan Mahir
Çayan vurulur. Ateşin kesilmesi ise posta erlerin yakın dinleme
sırasında Çayan'ın vurulduğunu koşarak komutanlarına bildirmesi üzerine
olmuştur. Çünkü Çayan'ın düşürülmesinden sonra grubun başsız kalıp, kaos
yaşayacakları ve birbirlerine düşüp eylemin sonunun getirileceğinin düşünüldüğü
savı çok yerinde ve isabetlidir. İlk andan itibaren sürekli Mahir’ Çayan'ın
kollandığı, özellikle Mahir’e yönelik kışkırtıcı laflar atıldığı ve hep
menzilde, hedefte tutulmasının hesaplandığı biliniyor. Hesap ilkin tuttu, en
önce Mahir Çayan öldürüldü, ama hesabın ikinci faslı tutmadı, THKP-C'liler,
teslim olmayıp sonuna kadar direnme kararı aldılar. Hem iddianame, hem de
Ertuğrul Kürkçü’nün açıklamaları bu yöndedir.
Yaralı Saffet Alp'in alnına ateş edildi
4 - “Harekât komutanlığınca teşkil edilen tim, göz yaşartıcı ve sis bombası
kullanarak eve girmeğe muvaffak olduğunda evde bulunan Cihan Alptekin,
Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım
Özüdoğru, Mahir Çayan, Hüdai Arıkan,
Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin
Kurt ve Nihat Yılmaz’ın ölmüş oldukları;
İngiliz teknisyen Charles Burner, Gordon Banner
ve (Kanadalı) John Stuart Law'un ise eylemcilerce öldürüldüğü”
ifadesinde şu husus yanlıştır ki; Nihat Erim’in anılarındaki
ikrarı ve aşağıda okuyacağınız hükümet tabibinin belirttiği gibi Saffet
Alp, tim eve girdiğinde ölü vaziyette değildir. Yaralanmıştır, ama
sağdır. Evin kapısından dışarı çık(artıl)mış, bir subay tarafından alnına
sıkılan tek kurşunla öldürülmüştür. Bu olaya yakından tanık olan bir er
çıldırarak akli dengesini yitirince apar topar terhis edilerek memleketi
Kayseri Bünyan’a yollanmıştır. Bu olayın bugüne kadar üstüne gidilmemiş olması
ve o erin bulunup görüşülmemiş olması ise, gazetecilik açısından manidardır.
Anlatacağı çok önemli bir tanıklığa dayalı enstantaneler, Kızıldere’nin puslu
kalan yanlarından birinin netleşmesini sağlayacaktır. Hükümet tabibi Dr. Şehsuvar
Savuran, şunları söylüyor (THKP-C ve KIZILDERE / Koray Düzgören,
s. 138 -140 )
“Damın üzerinde bir kapı var dikkat ettiyseniz. Altında hayvanlar
filan var. İşte orada, damın üzerinde bir ceset vardı. Dışarıda kapının
dışında… Kapı parçalanmış. İçeri girdik ve hemen dışarı çıktık. İçeri sis
bombası mı, göz yaşartıcı bomba mı atmışlar , neyse, çok duman var.
Şimdi konu şu: İçeride o kapının arkasına yığılmış o şeyler, kepek
gibi bir şeyler vardı orada. Alabildiğine bir toz. Neden olduğunu bilemeyeceğim
ama orda bir şeyin patlamış olması lazım ki ortalığı öyle darmadağın etsin.
Balistik bir tecrübemiz yok ama mesela bir İngiliz’in ayağı kırılmış.
Bacağından bir parçayı olduğu gibi almış götürmüş. Bu küçük bir merminin
yapacağı iş değildir. Birisinin beyni parçalanmıştı. Onu tanımak mümkün değildi.
(Buraya, daha sonra dönmek üzere bir Sabahattin Kurt mimi koyalım-MB )
Koray Düzgören: Kapının önünde bir cesetten sözettiniz de… O oraya
kendi mi çıkmıştı?
Dr. Savuran: Kendisi çıkmış. Yaralandıktan sonra kendini dışarı
atmış. Adı da şeydi. Hani harp okulundan… Saffet
Bunun dışında Ertuğrul Kürkçü de, kendisini yakalayan başçavuşun Saffet
Alp’in yaralı ama sağ ele geçtiğini ve evin dışında alnına sıkılan
kurşunla infaz edildiğini söylediğini birkaç kez anlatmıştır.
Rehineler nasıl öldü?
5 - Ünye'deki ABD'nin radar üssünden kaçırılan iki İngiliz, bir Kanadalı
rehineyi sağ kurtarma diye bir düşüncenin olduğu da inandırıcı değil. Çünkü
biliyoruz ki, İngiliz hükümeti, yaptığı açıklamada, rehine durumundaki
vatandaşları için özel bir isteklerinin bulunmadığını deklare etmiştir. Bu
durum, timin, hedef gözetmeksizin pencerelerden, kapıdan içeriye kurşun
yağdırarak eve girmesine dayanak teşkil etmiştir. İngiliz hükümetinin
“vatandaşlarımızı sağ istiyoruz’’ şeklinde bir talebi olsa idi, bu olay,
biliyoruz ki böylesine kanlı sonuçlanmazdı. Ayrıca rehinelerin vücutlarında G3
piyade makineli tüfek mermilerinin çıktığı otopsi kayıtlarına geçmiştir. Bunun
dışında, operasyonun hemen bir saat sonrasında eve gelen hükümet tabibi Dr.
Şehsuvar Savuran, Koray Düzgören’e verdiği ve aynı kitapta yer alan mülakatında
şu gözlemlerini aktarmıştır:
Düzgören: Şimdi İngilizleri buldunuz. Üçü yan yanaydı ve anlaşıldığı
kadarı ile dışardan gelen ateşten korunmak için oraya konulmuştu. Ötekilerse
zaten odaları terk etmişlerdi. Koridordaydılar sanıyorum. Peki İngilizleri o
zayıf ışıkta da olsa bir incelediniz mi?
Dr. Savuran: İngilizlerin bütün mermi giriş çıkışlarının hepsini
tespit ettik tabii tutanakta… Orda otopsi yapamayacağımız için sabah saat
dörtte cesetlerin hepsini aldık geldik. Kağnı arabalarına koyduk. Aşağıdaki
araçlara kadar kağnı arabasıyla getirildi… İngilizlerin orada gördüğüm zaman
birisinin bacağının bir bölümünü 5’e 6 ya da 6’ya 6 ebadında bir bölümünü
şarapnelin alıp götürdüğünü anladım. Fakat hiçbir kanama yok. Eğer canlıyken o
şarapnel isabet etmiş olsa kanama yapar. Onun dışında bazı mermi delikleri de
vardı. O mermi girişlerinden bazılarında da kanama yoktu. Ama kanama özellikle
yukarıdan atılan mermi girişlerinde olmuş. Bu yukarıdan atılan mermilerin
deliklerinde kanama vardı.
Düzgören: Nereden atılmış olabilir bu mermiler?
Dr. Savuran: Ya yukarıdaki delikten ya da merdivenden atılmıştır…
Şimdi İngilizlerdeki ölü katılığı diğerlerinden daha fazlaydı. Kollarını
oynatamaz olmuştuk. Oysa diğerleri daha yumuşaktı. Tahminen aralarında bir saat
filan zaman farkı olabilir. İngilizlerin daha önce öldüğü kanaati var. Ama
onlar öldürdü, ama başkaları…
Bu son cümle üzerinde uzun uzun düşünmeye değer.
Sağ kurtulan tek kişi Kürkçü değildi
6 - Onyıllardır, izanla, hiçbir etik değerle bağdaşmamasına rağmen, ısrarla,
o cehennemden Ertuğrul Kürkçü’nün nasıl sağ kurtulduğu, bıkmadan
sorulagelmiştir. Görülmektedir ki o evden sağ çıkan sadece Ertuğrul Kürkçü
değil; Saffet Alp de yaralı ama sağ çıkabilmiştir. Savaş koşullarında bile
yapılmayacak bir şekilde 23 yaşındaki bu gencecik insan alnına sıkılan kurşunla
infaz edilmese idi, Ertuğrul Kürkçü’ye sual eden koro herhalde Saffet Alp’e de
soracaktı, nasıl kurtuldunuz diye. İşin garibi bu ülkenin sağı çoktan bu olayı
unuttu, bu soruları sormaz oldu, ama sol içerisinde kendini tanımlayan bazı
çevrelerin hâlâ aynı soru ve imaları artık en azında iyi niyet taşımamaktadır.
Ayrıca izansızlıktan kastım şudur: 2011 yılında gittiğim Kızıldere’de evi
dışarıdan ve çeşitli açılardan dolanarak bakındım. Altı üstü 200-250
metrekarelik bir köy evi. Bu ev dışarıdan kuşatılmış. Havan, roketatar ve
makineli tüfek atışları yapılıyor. Hangi silah teknolojisinde vardır; atılan
roket, havan ya da makineli tüfek mermilerine “Ertuğrul Kürkçü’ye isabet etme
ama öbürlerini kalbura çevir, Saffet Alp’e de isabet et ama öldürme” komutu
verilecek.
Özel Kuvvetler, MİT, CIA operasyonu
7 - Her ayrıntıyı büyüteçle tarayan savcı albay Naci Gür, operasyonun Özel
Harp Kuvvetleri -MİT ve CIA ajanlarıyla birlikte yapıldığını görememiş, ama Kenan
Evren yıllar sonra yayımlanan hatıralarında Kızıldere oprasyonunu Özel
Harp Dairesi tarafından yapıldığını yazmıştır. Bunun terminolojideki bilinen
karşılığı kontr-gerilla. MİT, Jandarma, hatta kontr – gerilla tamam da…CIA
ajanlarının Kızıldere’de ne işlerinin olduğu, ne zaman ülkeye geldikleri, nasıl
geldikleri, hangi kimliklerle ülkeye giriş yaptıkları, kimlerle görüşüp
istişarelerde bulundukları, nasıl çekip gittikleri, Kızıldere olayındaki rol ve
fonksiyonları bir sır olarak durmaktadır.
8 - Kızıldere olayında Mahir Çayan'ın ölümü konusunda da garip bir itiraz ve
iddia var. Çayan'ın köyün içindeki evlere konuşlanmış olan keskin nişancı atışı
ile vurulduğu yazılır, söylenir oldu. Şimdi bu iddialara inanmamız için bir
neden yok, ama önderi, arkadaşı, yoldaşı yanında vurularak öldürülen Ertuğrul
Kürkçü’nin Çayan'ın makineli tüfek atışı esnasında isabet aldığını söylemesine
inanmamız için nedenler ortada. Mahir, keskin nişancı ile vurulmuş olsa ne
değişir, makineli tüfek atışı ile vurulmuş olsa ne değişir; Ertuğrul Kürkçü
için olayın vuku bulmasını öyle değil de öbür türlü söylemesi neyi değiştirir?
Kürkçü yaşadığını söylüyor, orada bulunmayan, hatta belki hayatında eve bile
gitmemiş olan birileri de kalkıp yok öyle değil böyle oldu, diyebiliyor.
Savcı Albay Naci Gür’ün iddianamede öne sürdükleriyle ayrıntılı meşgul
olunca, Ertuğrul Kürkçü’nün Kızıldere olayını anlatımı yarına kaldı.
Kızıldere Katliamı Fotoğraf Kareleri


















***---***---***
|
Sivas Katliamından Fotoğraf Kareleri
Katliamın Blançosu
|
SİVAS KATLİAMININ BLANÇOSU |
|
|
|
|
Administrator tarafından yazıldı
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
Cumartesi, 07 Temmuz 2007 10:54 |
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
33 Aydin, 2 Otel görevlisi ve (2 katil) Madimak otelinde alevler icinde
can verir! Otelden yara almadan kurtulan 40 kisi 51 sivil yaralı 14 Polis yaralı Hayatlarını kayıp eden canların isimleri: 1) Behçet Sefa AYSAN Şair - Ankara 2) Yeşim ÖZKAN Sanatçı - Ankara 3) Nurcan ŞAHİN Sanatçı - Ankara 4) Muhibe AKARSU Misafir - Ankara 5) Muhlis AKARSU Sanatçı - Ankara 6) Murat GÜNDÜZ Sanatçı - Ankara 7) Handan METİN Sanatçı - Ankara 8) Ahmet ÖZYURT Sanatçı - Ankara 9) Huriye ÖZKAN Sanatçı - Ankara 10) İnci TÜRK Sanatçı - Ankara 11) Özlem ŞAHİN Sanatçı - Ankara 12) Yasemin SİVRİ Sanatçı - Ankara 13) Asuman SİVRİ Sanatçı - Ankara 14) Uğur KAYNAR Şair - Ankara 15) Sehergül ATEŞ Sanatçı - Ankara 16) Gülender AKÇA Sanatçı - Ankara 17) Gülsün KARABABA Sanatçı - Ankara 18) Mehmet ATAY Sanatçı - Ankara 19) Hasret GÜLTEKİN Sanatçı - Sivas 20) Serkan DOĞAN Sanatçı - Ankara 21) Muammer ÇİÇEK Sanatçı - Tokat 22) Belkıs ÇAKIR Sanatçı - Ankara 23) Asaf KOÇAK Karikatürist - Ankara 24) Edibe SULARI AĞBABA Misafir - İsviçre 25) Menekşe KAYA Sanatçı - Ankara 26) Koray KAYA Çoçuk - Ankara 27) Serpil ÇANİK Sanatçı - Ankara 28) Erdal AYRANCI Yönetmen - Ankara 29) Asım BEZİRCİ Yazar - Ankara 30) Sait METİN Sanatçı - Ankara 31) Carina Cuanna THUIJS Misafir - Hollanda 32) Nesimi ÇİMEN Sanatçı - İstanbul 33) Metin ALTIOK Şair, Yazar - Ankara 34) Kenan YILMAZ Otel görevlisi - Sivas 35) Ahmet ÖZTÜRK Otel görevlisi - Sivas Madımak otelinde sağ kurtulanlar:
|
***---***---***---***---***---***---***
Maraş Katliamı'nın ilk kez yayınlanan kareleri
GALERİhttp://haber.rotahaber.com/maras-katliaminin-ilk-kez-yayinlanan-kareleri-font-colorff0000galeri_234003.html
İşte 33. yıldönümünde ‘Maraş Katliamı’nın dehşet
görüntüleri...
22.12.2011 13:54
Maraş Katliamı’nın 33. yıldönümünde, olaylardan 15 gün kadar sonra kente
gönderilen senato heyeti içinde yer alan eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi
Güneş, yaşananları tek kelimeyle özetledi: “Faşist bir plandı.” Güneş, o döneme
dair çarpıcı açıklamalarda bulundu. Katliamın göz göre göre geldiğini belirten
Güneş, MİT’in hükümete konu ile ilgili hiçbir istihbarat vermediğini söylerken,
bilgi bir yana, Maraş’taki katliama bizzat katkı yaptığını söyledi.
Olayların asker tarafından sıkı
yönetime ortam hazırlamak amacıyla kullanıldığını da ifade eden Güneş, o dönem
katıldıkları bir MGK toplantısında askeri kanatla yaşadıkları sıkıyönetim
tartışmasını da anlattı: “Olaylar başladı, valiye istihbarat verilmedi, askeri
çağırmakta da geç kalındı. Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere,
oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat
katkı yaptı... Bakanlık görevim boyunca MİT’ten bilgi alamadım”.
Önceki gün Habertürk televizyonuna konuşan Güneş, “Birbirimizin üzerine atarak bunların altından kalkamayız. Ben bunun başka büyük planlarla, dünya ölçeğinde dünyayı düzenlemek iddiasında olanların planları yahut projelerine kanmak suretiyle meydana geldiği kanısını taşıyorum” dedi. Güneş, yapılmak istenin oradaki insanları öldürmekten ibaret olmadığını, asıl istenenin Türkiye’nin askeri yönetime devredilmesini sağlamak olduğunu vurguladı.
Katliamın acı bilançosu
1978’de 19-26 Aralık günleri arasında yaşanan olaylarda 150 kişi öldürüldü.
Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi.
Savcılığa göre, katliama karışanların sayısı 1350 kişiydi. Bunların 752’si ilk etapta tutuklandı.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı.
1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı.
Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı.
Devlet katliamı seyretti
Meçhul 26 piyangocu, CIA şefi, gizlenen silahlar... 33 yıl geçti ama eldeki o kadar delile rağmen katliamın sorumluları hâlâ bulunamadı!
Maraş’ta 33 yıl önce 1978’de yaşanan vahşet olaylarını anlamak için aylar öncesinde Türkiye’de başlayan toplumsal çalkantılara bakmak gerekiyor. 1978’in son altı ayında özellikle Alevi ve Sünni vatandaşların yoğun olarak yaşadığı yerlerde bombalı ve silahlı saldıralar, Maraş’ta yaşanacak katliamın hazırlayıcısı, hatta provası niteliğindeydi. Farklı illerde çoğu ölümle neticelenen eylemler Maraş’ta bir ‘iç savaşa’ dönüştü. Öncesinde Malatya, Sivas, Erzincan ve Elazığ’da atılan nifak tohumları, en şiddetli Maraş’ta yeşerdi...
Maraş’taki vahşetin bu denli büyük boyutta olmasında kentte son yıllarda yaşanan değişimin de payı var. Pazarcık Ovası’nda pamuğun değer kazanması, tarımla geçinen Alevilerin zenginleşerek Maraş merkezine yerleşmesi, zengin Sünnileri tedirgin ediyordu. Alevilerin sosyal yaşamda aktif yer alması daha önce sağ kesime ait olan ‘statü’ye ortak olmaları, hatta zenginlikte onları geçmeleri büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Bu rahatsızlıklar zaman zaman “Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. O günlerin meşhur diğer bir sloganı da “Maraş’tan ses gelmiyor”du.
Beklenen ses geldi!
Maraş’tan beklenen ses nihayet gelmişti! 19 Aralık 1978’de ülkücülerin gözde filmi, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak”ın gösterildiği Çiçek Sineması’na ses bombası atıldı. Sinemanın ‘komünistler tarafından bombalandığı’ iddia edildi. Zaten şehirde Alevilerin Sünnilere saldıracağı, camileri bombalayacağı günlerdir konuşuluyordu. Bu dedikoduları duyan Aleviler, Yenimahalle’de ‘camilere bir şey olmasın’ diye kendileri
19-26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen Maraş katliamı, Alevi ve Sünni vatandaşlar arasında yasansa da aslında ‘derin devlet’in Türkiye’deki en büyük organize eylemi olarak tarihe geçti. Kontrgerillanın organize ettiği, ülkücü grupların başı çektiği saldırı sonucu resmi rakamlara göre 111, olayın şahitlerine göre ise 150 kişi yanarak, kesilerek ve kurşunlanarak öldürüldü.
‘Emri Ankara’dan alırım’
Olayların başladığı ilk günden ayın 26’sına kadar hem polis hem de asker kentte yaşanan katliam karşısında aciz kaldı. Hem olaylara müdahale edecek yeterli güçleri yoktu hem de niyetleri! Olayın ikinci günü kente gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak, “Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara’dan alırım” diyecekti.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırıldı. Daha sonra bu cezalar Yargıtay tarafından bozuldu. 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ceza alanların bir kısmının cezaları yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri de serbest kaldı.
Güneş 19 Aralık’ta karanlık doğdu...
Olayların kıvılcımı 19 Aralık’ta çakıldı. Cüneyt Arkın’ın oynadığı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı filmin Çiçek Sineması’nda gösterimi sırasında sinemaya ses bombası atıldı. Ses bombasını bir iddiaya göre ülkücü Ökkeş Şendiler, diğer bir iddiaya göre de sol görüşlü Salman Ilıksu attı. 20 Aralık’ta Yeni Mahalle’de birAlevi vatandaşa ait kahvehane bombalandı. Bir gün sonra sol görüşlü iki öğretmen Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu öldürüldü. Öğretmenlerin cenazesi olayların bir katliama dönüşmesine yol açtı. “Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak” yaygarası üzerine Ulu Cami etrafında toplanan ülkücü grup polis barikatını aşıp Alevilere saldırdı. Akşam saatlerinde Maraş’ta üç Sünni gencin öldürülmesi üzerine tarihin en acı olaylarından birisinin fitili ateşlendi.
Alevi evleri işaretlendi
Olaylar başlamadan günler öncesinde Alevi vatandaşlara ait ev işyerlerine nüfus sayımı yaptıklarını söyleyen bazı kişilerce işaretler konuldu. Olaylar başlayınca saldırganların elebaşları, “Üzerinde işaretli evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın” diyecekti.
O Milli Piyangocular kim?
Olaylardan önce Milli Piyangocu kıyafeti giymiş 26 kişi kente geldi. Otel kayıtlarında bu kişiler piyangocu olarak kaydedilmişti. Kayıtlar 1979’da Milli Piyango İdaresi’ne soruldu. İdare bu kişilerin kendi çalışanları olmadığını bildirdi.
Maraş’ta bir CIA şefi...
Katliamla ilgili en ilginç detayı olaylar başlamadan önce ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck’in Maraş’ta bulunmasıydı. Peck’in adını vermese de dönemin Maraş Emniyet Müdürü Kazım Ulusoy da bazı ABD’lilerin Maraş olaylarından önce kente geldiklerini, otelde konakladıklarını doğruluyor. Maraş’tan sonra aynı şahıs Çorum, Tokat ve Amasya’da da görüldü.
‘Mağara cephane dolu’
Türkeş, 22 Nisan’da Köşk’e telgraf çekerek “Halk infial halindedir” dedi. İçişleri Bakanlığı’na 26 Aralık’ta ‘CHP’liler’ imzasıyla gönderilen bir mektupta da Nurhak’ta bir mağarada cephane ve silah olduğu bildirildi.
ADIM ADIM MARAŞ’A GİDEN YOL
18 Ocak
Ecevit Hükümeti, TBMM’de güven oyu aldı.
16 Mart
İstanbul Üniversitesi’ne bomba atıldı. 5 öğrenci öldü, 50’ye yakın öğrenci yaralandı. Üniversite bir süreliğine öğretime ara verdi.
12 Nisan
Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ne bombalı saldırıda çok sayıda öğrenci yaralandı.
15 Nisan
Malatya’da 3 öğrenci, Ankara ve Kahramanmaraş’ta 2 işçi öldürüldü. Ankara’da MHP’nin Uyarı ve Yürüyüş Mitingi yapıldı.
17 Nisan
‘Hamido’ lakaplı Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu gönderilen bombalı paketle öldü. Maraş’ta Alevilerin önde gelen isimlerinden Memiş Özdal’a bombalı paketler yollandı.
18 Nisan
Büyük bir grup “Kahrolsun komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçti. Alevilere ait ev ve iş yerleri işaretlendi. Birçok işyeri tahrip edildi.
19 Nisan
İçişleri Bakanı Kahramanmaraş’ta Türk Yıldırım Komandoları ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu’nun kurulduğunu açıkladı. MHP, halkı birleşmeye çağırdı.
20 Nisan
Ordudan atılan bir yüzbaşı evinde orduya ait TNT kalıplarıyla yakalandı. Yüzbaşının Maraş’a silah sevkıyatında görevli olduğu iddia edildi.
22 Nisan
Alparslan Türkeş: “Kahraman-maraş’ta halk infial halindedir.”
23 Nisan
Başbakan Bülent Ecevit: “MHP Genel Başkanı’nın bildiği bazı şeyler var. Bu arada hükümetimiz bir güvenlik önlemi almak üzere çevre il ve garnizonlardan Maraş’a askeri birlikler gönderdi. Önlem alınmıştır.”
27 Nisan
Ülke genelinde 1 Mayıs afişi asan 4 kişi öldürüldü.
28 Nisan
İzmir’de bir jandarmayı öldüren TİKKO’cu idama mahkûm edildi.
1 Mayıs
Elazığ’da bir cami minaresinden ‘suya zehir atıldı’ şeklinde anons yapıldı. Halk galeyana geldi, ancak güvenlik güçleri halkı zorla da olsa yatıştırmayı başardı.
29 Eylül
Malatya Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.
19 Aralık
Kahramanmaraş’ta Çiçek Sineması’na ses bombası atılmasıyla başlayan olaylar tam bir Alevi katliamına dönüştü.
8 Ekim
Abdullah Çatlı liderliğindeki militanlar Ankara’da Bahçelievler Katliamı olarak bilinen saldırıda bir evde 7 öğrenciyi kurşuna dizildi.
VALİ ANMAYI YASAKLADI
Alevi Bektaşi Federasyonu nun yaşamını yitirenleri anmak için 24 Aralık ta yapmak istediği miting, Kahramanmaraş Valiliği tarafından yasaklandı. Federasyon karara itiraz etti.
Radikal
Önceki gün Habertürk televizyonuna konuşan Güneş, “Birbirimizin üzerine atarak bunların altından kalkamayız. Ben bunun başka büyük planlarla, dünya ölçeğinde dünyayı düzenlemek iddiasında olanların planları yahut projelerine kanmak suretiyle meydana geldiği kanısını taşıyorum” dedi. Güneş, yapılmak istenin oradaki insanları öldürmekten ibaret olmadığını, asıl istenenin Türkiye’nin askeri yönetime devredilmesini sağlamak olduğunu vurguladı.
Katliamın acı bilançosu
1978’de 19-26 Aralık günleri arasında yaşanan olaylarda 150 kişi öldürüldü.
Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi.
Savcılığa göre, katliama karışanların sayısı 1350 kişiydi. Bunların 752’si ilk etapta tutuklandı.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı.
1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı.
Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı.
Devlet katliamı seyretti
Meçhul 26 piyangocu, CIA şefi, gizlenen silahlar... 33 yıl geçti ama eldeki o kadar delile rağmen katliamın sorumluları hâlâ bulunamadı!
Maraş’ta 33 yıl önce 1978’de yaşanan vahşet olaylarını anlamak için aylar öncesinde Türkiye’de başlayan toplumsal çalkantılara bakmak gerekiyor. 1978’in son altı ayında özellikle Alevi ve Sünni vatandaşların yoğun olarak yaşadığı yerlerde bombalı ve silahlı saldıralar, Maraş’ta yaşanacak katliamın hazırlayıcısı, hatta provası niteliğindeydi. Farklı illerde çoğu ölümle neticelenen eylemler Maraş’ta bir ‘iç savaşa’ dönüştü. Öncesinde Malatya, Sivas, Erzincan ve Elazığ’da atılan nifak tohumları, en şiddetli Maraş’ta yeşerdi...
Maraş’taki vahşetin bu denli büyük boyutta olmasında kentte son yıllarda yaşanan değişimin de payı var. Pazarcık Ovası’nda pamuğun değer kazanması, tarımla geçinen Alevilerin zenginleşerek Maraş merkezine yerleşmesi, zengin Sünnileri tedirgin ediyordu. Alevilerin sosyal yaşamda aktif yer alması daha önce sağ kesime ait olan ‘statü’ye ortak olmaları, hatta zenginlikte onları geçmeleri büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Bu rahatsızlıklar zaman zaman “Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. O günlerin meşhur diğer bir sloganı da “Maraş’tan ses gelmiyor”du.
Beklenen ses geldi!
Maraş’tan beklenen ses nihayet gelmişti! 19 Aralık 1978’de ülkücülerin gözde filmi, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak”ın gösterildiği Çiçek Sineması’na ses bombası atıldı. Sinemanın ‘komünistler tarafından bombalandığı’ iddia edildi. Zaten şehirde Alevilerin Sünnilere saldıracağı, camileri bombalayacağı günlerdir konuşuluyordu. Bu dedikoduları duyan Aleviler, Yenimahalle’de ‘camilere bir şey olmasın’ diye kendileri
19-26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen Maraş katliamı, Alevi ve Sünni vatandaşlar arasında yasansa da aslında ‘derin devlet’in Türkiye’deki en büyük organize eylemi olarak tarihe geçti. Kontrgerillanın organize ettiği, ülkücü grupların başı çektiği saldırı sonucu resmi rakamlara göre 111, olayın şahitlerine göre ise 150 kişi yanarak, kesilerek ve kurşunlanarak öldürüldü.
‘Emri Ankara’dan alırım’
Olayların başladığı ilk günden ayın 26’sına kadar hem polis hem de asker kentte yaşanan katliam karşısında aciz kaldı. Hem olaylara müdahale edecek yeterli güçleri yoktu hem de niyetleri! Olayın ikinci günü kente gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak, “Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara’dan alırım” diyecekti.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırıldı. Daha sonra bu cezalar Yargıtay tarafından bozuldu. 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ceza alanların bir kısmının cezaları yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri de serbest kaldı.
Güneş 19 Aralık’ta karanlık doğdu...
Olayların kıvılcımı 19 Aralık’ta çakıldı. Cüneyt Arkın’ın oynadığı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı filmin Çiçek Sineması’nda gösterimi sırasında sinemaya ses bombası atıldı. Ses bombasını bir iddiaya göre ülkücü Ökkeş Şendiler, diğer bir iddiaya göre de sol görüşlü Salman Ilıksu attı. 20 Aralık’ta Yeni Mahalle’de birAlevi vatandaşa ait kahvehane bombalandı. Bir gün sonra sol görüşlü iki öğretmen Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu öldürüldü. Öğretmenlerin cenazesi olayların bir katliama dönüşmesine yol açtı. “Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak” yaygarası üzerine Ulu Cami etrafında toplanan ülkücü grup polis barikatını aşıp Alevilere saldırdı. Akşam saatlerinde Maraş’ta üç Sünni gencin öldürülmesi üzerine tarihin en acı olaylarından birisinin fitili ateşlendi.
Alevi evleri işaretlendi
Olaylar başlamadan günler öncesinde Alevi vatandaşlara ait ev işyerlerine nüfus sayımı yaptıklarını söyleyen bazı kişilerce işaretler konuldu. Olaylar başlayınca saldırganların elebaşları, “Üzerinde işaretli evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın” diyecekti.
O Milli Piyangocular kim?
Olaylardan önce Milli Piyangocu kıyafeti giymiş 26 kişi kente geldi. Otel kayıtlarında bu kişiler piyangocu olarak kaydedilmişti. Kayıtlar 1979’da Milli Piyango İdaresi’ne soruldu. İdare bu kişilerin kendi çalışanları olmadığını bildirdi.
Maraş’ta bir CIA şefi...
Katliamla ilgili en ilginç detayı olaylar başlamadan önce ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck’in Maraş’ta bulunmasıydı. Peck’in adını vermese de dönemin Maraş Emniyet Müdürü Kazım Ulusoy da bazı ABD’lilerin Maraş olaylarından önce kente geldiklerini, otelde konakladıklarını doğruluyor. Maraş’tan sonra aynı şahıs Çorum, Tokat ve Amasya’da da görüldü.
‘Mağara cephane dolu’
Türkeş, 22 Nisan’da Köşk’e telgraf çekerek “Halk infial halindedir” dedi. İçişleri Bakanlığı’na 26 Aralık’ta ‘CHP’liler’ imzasıyla gönderilen bir mektupta da Nurhak’ta bir mağarada cephane ve silah olduğu bildirildi.
ADIM ADIM MARAŞ’A GİDEN YOL
18 Ocak
Ecevit Hükümeti, TBMM’de güven oyu aldı.
16 Mart
İstanbul Üniversitesi’ne bomba atıldı. 5 öğrenci öldü, 50’ye yakın öğrenci yaralandı. Üniversite bir süreliğine öğretime ara verdi.
12 Nisan
Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ne bombalı saldırıda çok sayıda öğrenci yaralandı.
15 Nisan
Malatya’da 3 öğrenci, Ankara ve Kahramanmaraş’ta 2 işçi öldürüldü. Ankara’da MHP’nin Uyarı ve Yürüyüş Mitingi yapıldı.
17 Nisan
‘Hamido’ lakaplı Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu gönderilen bombalı paketle öldü. Maraş’ta Alevilerin önde gelen isimlerinden Memiş Özdal’a bombalı paketler yollandı.
18 Nisan
Büyük bir grup “Kahrolsun komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçti. Alevilere ait ev ve iş yerleri işaretlendi. Birçok işyeri tahrip edildi.
19 Nisan
İçişleri Bakanı Kahramanmaraş’ta Türk Yıldırım Komandoları ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu’nun kurulduğunu açıkladı. MHP, halkı birleşmeye çağırdı.
20 Nisan
Ordudan atılan bir yüzbaşı evinde orduya ait TNT kalıplarıyla yakalandı. Yüzbaşının Maraş’a silah sevkıyatında görevli olduğu iddia edildi.
22 Nisan
Alparslan Türkeş: “Kahraman-maraş’ta halk infial halindedir.”
23 Nisan
Başbakan Bülent Ecevit: “MHP Genel Başkanı’nın bildiği bazı şeyler var. Bu arada hükümetimiz bir güvenlik önlemi almak üzere çevre il ve garnizonlardan Maraş’a askeri birlikler gönderdi. Önlem alınmıştır.”
27 Nisan
Ülke genelinde 1 Mayıs afişi asan 4 kişi öldürüldü.
28 Nisan
İzmir’de bir jandarmayı öldüren TİKKO’cu idama mahkûm edildi.
1 Mayıs
Elazığ’da bir cami minaresinden ‘suya zehir atıldı’ şeklinde anons yapıldı. Halk galeyana geldi, ancak güvenlik güçleri halkı zorla da olsa yatıştırmayı başardı.
29 Eylül
Malatya Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.
19 Aralık
Kahramanmaraş’ta Çiçek Sineması’na ses bombası atılmasıyla başlayan olaylar tam bir Alevi katliamına dönüştü.
8 Ekim
Abdullah Çatlı liderliğindeki militanlar Ankara’da Bahçelievler Katliamı olarak bilinen saldırıda bir evde 7 öğrenciyi kurşuna dizildi.
VALİ ANMAYI YASAKLADI
Alevi Bektaşi Federasyonu nun yaşamını yitirenleri anmak için 24 Aralık ta yapmak istediği miting, Kahramanmaraş Valiliği tarafından yasaklandı. Federasyon karara itiraz etti.
Radikal
***---***---***---***---***---***---***
Maraş olaylarında Ülkücülerin rolü
24.04.2012 17:00
MİT, Maraş katliamıyla ilgili mahkemeye 57 sayfalık belge
gönderdi.
MİT, 12 Eylül iddianamesinde, "darbeye giden yolda önemli
dönüm noktalarından biri" olarak nitelendirilen Maraş
katliamıyla ilgili mahkemeye 57 sayfalık belge gönderdi. Katliamdan yaklaşık 1
ay sonra, devletin zirvesine bilgi notu gönderen MİT, katliamın MHP ile Ülkü
Ocakları yöneticilerinin yaptıkları toplantıda kararlaştırıldığını ve
askerlerin Maraş'a takviye kuvvetlerini olaylardan 4 gün sonra gönderdiğini
belirtmiş.
EMNİYET GECELERİ SOKAKTAN ÇEKİLİYORDU
Cumhuriyet gazetesinin
haberine göre, 12 Eylül davasında mahkemeye çeşitli belgeler
gönderen Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Maraş katliamına zamanında müdahale
edilmemesi konusunda askeri suçladı. 19 Aralık 1978'de başlayan olaylara
ilişkin 23 Aralık 1978 saat 15.30'da devletin zirvesine bilgi geçen MİT,
"Şu ana kadar herhangi bir takviye birliği Maraş'a ulaşmış değildir.
Şehrin bütün semtlerinde silahlı çatışmalar sürmektedir"
dedi.
26 Aralık tarihli belgede, Maraş'ta geceleri güvenlik güçlerinin sokaklardan
çekildiği ve ardından ülkücülerin Alevilerin evlerine baskın düzenlediği ifade
edildi.
4 SAYFALIK GİZLİ METİN
MİT, 12 Eylül iddianamesinde, "darbeye giden yolda önemli dönüm
noktalarından biri" olarak nitelendirilen Maraş katlimıyla ilgili
mahkemeye 57 sayfalık belge gönderdi. Ulaştığımız belgelerin başına, notların
özetini içeren 4 sayfalık "çok gizli" ibareli
bir metin de eklendi. 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında 100'ün üzerine Alevi
ve solcu yurttaşın öldürüldüğü Maraş katliamından yaklaşık 1 ay sonra, devletin
zirvesine 17 Ocak 1979 tarihli bir bilgi notu gönderen MİT, eylemleri
planlayanların isimlerinin tespit edilmesine ve eylemi yöneten şahıslar
hakkında bilgi derlenmeye çalışıldığını bildirdi. Belgede, olaylarda
ülkücülerin parmağı olduğu, şöyle anlatıldı: "Olaylar, ülkücülerin
olaylardan 2-3 hafta önce MHP K.Maraş il örgütünde MHP K.Maraş yöneticileri ile
Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) mensuplarının katılması ile yapılan bir toplantıda
planlanmıştır. Toplantıya ÜGD Genel Merkezi'nden bir yetkili de katılmıştır.
(Büyük ihtimalle Sefa Şevkat Çetin) Toplantıda K.Maraş'taki Alevilerin ve
bunları destekleyen sol grubun son zamanlarda ülkücü ve Sünniler üzerindeki
baskılarını arttırdıkları gerekçesiyle, bunlara bir ders vermenin zamanı
geldiği belirtilerek, ilk önce sol gruba mensup Alevilerin meskûn bulunduğu
mahallelerde, ileri gelenlerin adresleri tespit edilmiş daha sonra tespit
edilen adreslere eylem yapacak şahıslar belirlenmiştir."
ÜLKÜCÜLER BAŞROLDE
Bu işlemlerin tamamlanmasından sonra ülkücülerin "müsait bir
ortamda eylemin gerçekleştirilmesi için görüş birliğine vardığını"
anlatan MİT, şunları bildirdi: "22 Aralık 1978 günü sol gruba
mensup 2 öğretmenin cenaze namazları bahane edilerek 'Alevilerin Sünnilere
karşı baskın hazırlığında oldukları, Alevilerin çoğunlukta olduğu mahallelerde
Sünni kadınların ırzına geçtikleri' söylentileri halk
arasında yayılarak, önceden planlandığı gibi olay önce cenazelerin bulunduğu
cami civarında başlamış ve belirlenen semtlerdeki evlere baskın şeklinde gelişmiştir."
İSYAN GİBİ
Maraş'ta yaşanan katliamı dakika dakika Ankara'daki
merkezine bildiren MİT, 19 Aralık'ta başlayan olaylara ilişkin 23 Aralık 1978
saat 15.30'a kadar alınan haberleri aktarırken, askeri suçladı: "Şu
ana kadar herhangi bir takviye birliği Maraş'a ulaşmış değildir. Şehrin bütün
semtlerinde silahlı çatışmalar sürmektedir. Askere, jandarmaya ve polise de
ateş edilmektedir. Hareketlerin tümü bir isyan niteliğini taşımaktadır."
Belgelere göre, 7. Tümen Komutanı ve 39. Tugay Komutanı ancak 23 Aralık saat
16.15'te Maraş'a geldi. Bir konvoyun ise 15 kilometre mesafede
olduğu ve Maraş'a gittiği aktarıldı.
26 Aralık 1978 tarihli belgede ise Maraş'ta geceleri güvenlik güçlerinin
çekilmesi ile birlikte ev baskınlarının düzenlendiği ifade edilerek "Baskınlar
özellikle Alevilerin evlerine yöneliktir. Olaylar siyasi boyutu aşıp
Alevi-Sünni çatışma haline dönüşmüştür. İlde bol miktarda makineli tüfek
bulunmuştur" denildi.
Maraş Katliamından Fotoğraf Kareleri












***---***---***---***---***---***---***
“16 Mart Katliamı” davası
Beyazıt’ta 23 yıl önce 7
öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan olaya ilişkin 1’i
gıyabi tutklu 3 sanığın yargılanmasına devam edildi.
17 Mayıs— İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya,
tutuksuz sanıklar Latif Aktı
ile Özgün Koç
katılmadı. Gıyabi tutuklu olarak aranan eski polis memuru Mustafa Doğan ise yakalanamadığı
için duruşmada hazır edilemedi.
|
Mahkeme Heyeti Başkanı Ahmet Ulucak, İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş
ile Lokman Kondakçı’nın
görüşmesine ilişkin İçişleri Bankanlığı’na gönderilen yazıya cevap geldiğini,
cevabi yazıda, bu konuya ilişkin herhangi bir bant çözümünün kendilerinde
bulunmadığının bildirildiğini tutanağa geçirdi. Bunun üzerine söz alan müdahil
avukatı Cem Alptekin,
basında yer alan bazı haberlerden, söz konusu görüşmeye ilişkin bant çözümü
olduğu söylenen birkaç değişik metnin ortalıkta dolaştığının anlaşıldığını
söyledi. Kendilerinin eline geçen metni mahkemeye sunduklarını belirten Alptekin,
belgenin aslının MİT’ten istenmesi için yazı yazılmasını talep etti. Hasan Fehmi Güneş’in tanık sıfatıyla dinlenmesi için Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne yazı yazıldığını hatırlatan Mahkeme Heyeti, tanığın dinlenmesinin ardından müdahil avukatın isteminin düşünülmesini kararlaştırdı. Duruşma, dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi. |
Olayın Geçmişi
İstanbul Üniversitesi
Merkez Binası’ndan 16 Mart 1978’de çıkan gruba Eczacılık Fakültesi önünde
bombalı ve silahlı saldırıda bulunulması sonucu 7 öğrenci ölmüş, 41 öğrenci de
yaralanmıştı. Bu olaya ilişkin olarak yakalanan ve o dönemde İstanbul
Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanan Sıddık Polat beraat etmişti.
Aynı eyleme karıştığı iddia edilen Zülküf İsot ise Elazığ’da yine olayın faillerinden olduğu öne sürülen Latif Aktı tarafından öldürülmüştü. Bu olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Zülküf İsot’un babası, annesi ve kız kardeşlerinin verdiği bilgiler doğrultusunda haklarında yeni dava açılan eski polis memuru Mustafa Doğan ile Latif Aktı ve Özgün Koç’un, “Taammüden adam öldürmek ve yaralamak” suçlarından 7’şer kez idam ve 41’er kez 20’şer yıldan az olmamak üzere ağır hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
Aynı eyleme karıştığı iddia edilen Zülküf İsot ise Elazığ’da yine olayın faillerinden olduğu öne sürülen Latif Aktı tarafından öldürülmüştü. Bu olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Zülküf İsot’un babası, annesi ve kız kardeşlerinin verdiği bilgiler doğrultusunda haklarında yeni dava açılan eski polis memuru Mustafa Doğan ile Latif Aktı ve Özgün Koç’un, “Taammüden adam öldürmek ve yaralamak” suçlarından 7’şer kez idam ve 41’er kez 20’şer yıldan az olmamak üzere ağır hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
***---***---***
Hesabı verilmeyen
16 Mart katliamı davası!
CELALETTİN CAN (*)
Yıl 1978: Zamanlardan 16 Mart’ının bir öğleden sonrası. İstanbul Üniversitesi merkez binasından çıkan öğrenciler her gün kendileriyle sivil faşistler arasında barikat oluşturan polisleri bulamadılar. Okul çıkışında her defasında kırktan aşağı polis bulunmadığı halde, bu kez ancak dokuz polis vardı. Okulun önü adeta bomboştu. Beyazıt Meydanı’na biriken faşistler her zaman ki davranışlarıyla yırtınırcasına “Komünistler Moskova’ya” sloganını atıyorlardı. Hava ağırdı. Tedirgin bir ruh hali içinde yan taraftaki Eczacılık Fakültesi’nin önüne yönelmişlerdi ki, içlerinden biri “bomba” diye bağırdı. Arkasından bomba ve yoğun silah sesleri duyuldu. Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez kaldırıldığı hastanede ölürken, 50 kişi yaralandı.
“Bomba atılacağı biliniyordu”. Bu cümle 28 yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart katliamını özetliyordu. O günden bugüne herhangi bir hukuksal-toplumsal aydınlatma yaşanmadı. Katliamın failleri yargılanamadı. Elbette böyle olacaktı. Bomba atanları yakalamaya çalışan polisleri durduran polis komiseri Reşat Altaylı idi. Hani 1992 16 Nisanında Çifte havuzlarda Sabahat Karataş’ı ve arkadaşlarını katleden timin başında bulunan emniyet amiri. Hani Hrant Dink’in öldürüleceğine dair tüm istihbari bilgilere rağmen üç maymunları oynayan Trabzon emniyet müdürü olan zat-ı muhterem…
Katliam ile ilgili 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde açılan dava 1982 yılında beraat ile sonuçlandı. Kanlı olayların üstüne gitmek için darbe yaptıklarını iddia edenler, darbeye gerekçe olan en önemli katliamlardan birinin soruşturulmasını engellediler. İlginç bir paradoks! Sanıklar aklanınca dosya kapandı.
16 Mart katliamı davasını unutma ve unutturma tercih edildi.
Yıl 1978: Zamanlardan 16 Mart’ının bir öğleden sonrası. İstanbul Üniversitesi merkez binasından çıkan öğrenciler her gün kendileriyle sivil faşistler arasında barikat oluşturan polisleri bulamadılar. Okul çıkışında her defasında kırktan aşağı polis bulunmadığı halde, bu kez ancak dokuz polis vardı. Okulun önü adeta bomboştu. Beyazıt Meydanı’na biriken faşistler her zaman ki davranışlarıyla yırtınırcasına “Komünistler Moskova’ya” sloganını atıyorlardı. Hava ağırdı. Tedirgin bir ruh hali içinde yan taraftaki Eczacılık Fakültesi’nin önüne yönelmişlerdi ki, içlerinden biri “bomba” diye bağırdı. Arkasından bomba ve yoğun silah sesleri duyuldu. Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez kaldırıldığı hastanede ölürken, 50 kişi yaralandı.
“Bomba atılacağı biliniyordu”. Bu cümle 28 yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart katliamını özetliyordu. O günden bugüne herhangi bir hukuksal-toplumsal aydınlatma yaşanmadı. Katliamın failleri yargılanamadı. Elbette böyle olacaktı. Bomba atanları yakalamaya çalışan polisleri durduran polis komiseri Reşat Altaylı idi. Hani 1992 16 Nisanında Çifte havuzlarda Sabahat Karataş’ı ve arkadaşlarını katleden timin başında bulunan emniyet amiri. Hani Hrant Dink’in öldürüleceğine dair tüm istihbari bilgilere rağmen üç maymunları oynayan Trabzon emniyet müdürü olan zat-ı muhterem…
Katliam ile ilgili 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde açılan dava 1982 yılında beraat ile sonuçlandı. Kanlı olayların üstüne gitmek için darbe yaptıklarını iddia edenler, darbeye gerekçe olan en önemli katliamlardan birinin soruşturulmasını engellediler. İlginç bir paradoks! Sanıklar aklanınca dosya kapandı.
16 Mart katliamı davasını unutma ve unutturma tercih edildi.
TOPLUMSAL VİCDAN UNUTMUYOR
Ne var ki hiçbir şey unutulmuyor! Toplumsal vicdanı yaralayan
olaylar unutulmuyor! Tarih unutulmuyor! 16 Mart günü katliamda
yaralananlar, katliamı hafızalarında canlı tutabilenler, ölenlerin dönem
arkadaşı avukatlar bir araya geldiler ve davanın peşine düştüler. Yeni tanıklar
buldular. Dosyaları kaldırıldığı tozlu raflardan indirdiler. Çabaları sonunda
amacına ulaştı; yeni bir iddianame hazırlandı. Olaydan 19 yıl sonra 1997
yılında 16 Mart katliamı davası yeniden açıldı.
Bu doğrudan bir kontrgerilla davasıydı. Alanında açılan ilk ve tek davaydı. Devlet çekirdeğini yöneten oligarşik güçlerde buna uygun davrandılar. İlişkiler, MİT'e, Emniyet'e ve Askere uzanıyordu. Her üç kurumda bu konuda son derece ketum davrandı. Hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu yollu en küçük çatlağı süratle kapattılar.
Dava “zaman aşımı” kararı ile sonuçlandı. Soykırım, katliam, işkence gibi insanlık suçlarında zaman aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle oldu.
Bu doğrudan bir kontrgerilla davasıydı. Alanında açılan ilk ve tek davaydı. Devlet çekirdeğini yöneten oligarşik güçlerde buna uygun davrandılar. İlişkiler, MİT'e, Emniyet'e ve Askere uzanıyordu. Her üç kurumda bu konuda son derece ketum davrandı. Hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu yollu en küçük çatlağı süratle kapattılar.
Dava “zaman aşımı” kararı ile sonuçlandı. Soykırım, katliam, işkence gibi insanlık suçlarında zaman aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle oldu.
DAVAMIZ SÜRÜYOR!
BDP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis’in, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
yanıtlaması amacıyla verdiği yazılı soru önergesini, Başbakan Erdoğan adına
yanıtlayan Adalet Bakanı Ergin, Cumhuriyet savcıları ve hâkimlerin görevleriyle
ilgili düzenlemeleri anımsatarak şu bilgileri verecekti: “16 Mart 1978
tarihinde meydana gelen ‘bomba atıp silahla tarayarak tasarlamak suretiyle yedi
öğrenciyi öldürmek ve tasarlayarak adam öldürmeye kalkışmak’ suçunun sanıkları
hakkındaki İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1995/128 esasına kayden açılan
kamu davasını, 30 yıllık süre içerisinde sonuçlandırmayarak zaman aşımına
uğramasına sebebiyet veren ilgili Cumhuriyet savcısı ve hâkimler hakkında;
Bakanlığımızca soruşturma başlatılarak, kusurlu görülen Cumhuriyet savcısı ve
hâkimler için disiplin yönünden gereğinin tayin ve takdiri için soruşturma
evrakı 24/02/2009 tarihli ‘olur’la
Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 87. maddesi uyarınca HSYK’ya
tevdi edilmiştir.”
16 Mart katliamı kendi başına bir hadise değildi. 1970’li yıllarda halk kitleleri milyonlarla ‘tribünden sokağa inmeye’ kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmaya başlamıştı. Türkiye gibi her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir ülkede, bu çok tehlikeliydi. Bu yönlü gelişmenin önünü kesmek için akla gelebilecek en insanlık dışı şey uygulanırdı.
16 Mart katliamı kendi başına bir hadise değildi. 1970’li yıllarda halk kitleleri milyonlarla ‘tribünden sokağa inmeye’ kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmaya başlamıştı. Türkiye gibi her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir ülkede, bu çok tehlikeliydi. Bu yönlü gelişmenin önünü kesmek için akla gelebilecek en insanlık dışı şey uygulanırdı.
TÜRK USULÜ ‘ENDONEZYA TİPİ KATLİAM’
Hele emperyalist güçler “istikrarlı Türkiye” adı altında Amerikancı koyu bir
faşizmin egemen olduğu bir ülke istiyor, Türkiye’ye “istikrarsızlaştırma”
siyasetini dayatıyorlarsa, içerdeki iş birlikçi egemen güçlerin uyanışa geçen
halka ve gençliğe yapamayacağı kötülük yoktu. Meclisin Demirel’e, sokağın
faşistlere bırakıldığı “Komünizme Karşı Milliyetçi Cephe” 1975 yılında
bunun için kurulacaktı. Hükümet ortağı olan faşistler, açık/gizli militer
güçlerin desteği ile İstanbul’dan başlayarak Anadolu’daki liseleri,
üniversite ve yüksek okulları işgal edecekti. İlerici/devrimci öğrenciler
okullara alınmayacak, “tarafsız” öğrenciler Ülkü Ocaklarına gitmeye, aidat
ödemeye, faşist propagandayı dinlemeye zorlanacak, uymayanlar dövülecek,
okullara alınmayacak, ileri gidenler öldürülecekti. “Öğrenim özgürlüğü”,
daha çok da “can güvenliği” yakıcı hal alacak ve giderek toplumun uyanık
kesimlerinin ana sorunu haline gelecekti.
Toplumsallaşmaya başlayan ilerici/devrimci hareketin tasfiyesi için 1978 başlarında ihtiyar kurt Celal Bayar “Endonezya tipi katliam” isteyecekti. İçlerinde Çatlı’larında bulunduğu katliamları örgütleyecek ekipler de hazırlanmıştı. Direnişin ve kuvvetler ilişkisinin elvermemesi, Endenozya’da olduğu gibi katliamın bir haftada bir milyon halkın “yok edilmesi” biçiminde uygulanması yerine, zamana yayılarak uygulanmasını getirecek, 16 Mart katliamından başlayarak, Ankara’da Balgat ve Bahçelievler, Sivas, Maraş ve Çorum katliamları sürece yayılarak birbirini takip edecekti. Yetmeyecekti! 1978’in Eylül ayından itibaren el altından Evren cuntası örgütlenecekti.
Sadece bu mu? Abdi İpekçi, Doğan Öz, Kemal Türkler, Bedrettin Cömert, Ümit Doğanay gibi toplumun sinir ucu şahsiyetler yok edilerek, toplumun şirazesinden çıkan toplum görünümü yaratılacak, böylece darbenin psikolojik/sosyal ortamı hazırlanacaktı.
İlerici/devrimci halk güçleriyle tüm köprüler atılmış, onları fiziken yok etme tercih edilmişti. Bu durumda sessiz kalmak, geri çekilmekte çözüm değildi. Faşist güçlere karşı evlerini, mahallelerini, okullarını, iş yerlerini savunmaktan, direnmekten başka bir seçenek bırakmamıştı devrimci halk güçlerine…
1973’lerde nispeten istikrarlı ve geleceğinden umutlu olan bir toplumu, güvensiz bir ortama sürükleme ve Türkiye’yi istikrarsızlaştırma siyasetiyle, darbe koşullarını yaratma ve toplumsal psikolojiyi yeni duruma hazırlama amaçlanıyordu.
İşte 16 Mart ve takip eden katliamları, 1974-80 yılları arasında öldürülen beş bin gencin hesabını buralarda bir yerde aramak gerekiyor.
Toplumsallaşmaya başlayan ilerici/devrimci hareketin tasfiyesi için 1978 başlarında ihtiyar kurt Celal Bayar “Endonezya tipi katliam” isteyecekti. İçlerinde Çatlı’larında bulunduğu katliamları örgütleyecek ekipler de hazırlanmıştı. Direnişin ve kuvvetler ilişkisinin elvermemesi, Endenozya’da olduğu gibi katliamın bir haftada bir milyon halkın “yok edilmesi” biçiminde uygulanması yerine, zamana yayılarak uygulanmasını getirecek, 16 Mart katliamından başlayarak, Ankara’da Balgat ve Bahçelievler, Sivas, Maraş ve Çorum katliamları sürece yayılarak birbirini takip edecekti. Yetmeyecekti! 1978’in Eylül ayından itibaren el altından Evren cuntası örgütlenecekti.
Sadece bu mu? Abdi İpekçi, Doğan Öz, Kemal Türkler, Bedrettin Cömert, Ümit Doğanay gibi toplumun sinir ucu şahsiyetler yok edilerek, toplumun şirazesinden çıkan toplum görünümü yaratılacak, böylece darbenin psikolojik/sosyal ortamı hazırlanacaktı.
İlerici/devrimci halk güçleriyle tüm köprüler atılmış, onları fiziken yok etme tercih edilmişti. Bu durumda sessiz kalmak, geri çekilmekte çözüm değildi. Faşist güçlere karşı evlerini, mahallelerini, okullarını, iş yerlerini savunmaktan, direnmekten başka bir seçenek bırakmamıştı devrimci halk güçlerine…
1973’lerde nispeten istikrarlı ve geleceğinden umutlu olan bir toplumu, güvensiz bir ortama sürükleme ve Türkiye’yi istikrarsızlaştırma siyasetiyle, darbe koşullarını yaratma ve toplumsal psikolojiyi yeni duruma hazırlama amaçlanıyordu.
İşte 16 Mart ve takip eden katliamları, 1974-80 yılları arasında öldürülen beş bin gencin hesabını buralarda bir yerde aramak gerekiyor.
HESABI VERİLMEYEN DÖNEM
O dönem açığa çıkarılamadı. O dönemin tetikçileri, asli failleri, ilgili tüm iç
ve dış çıkar çevreleri açığa çıkarılamadı. Sağıyla soluyla beş binin üzerinde
genç, Türkiye’yi bugünkü karanlık ve tehlikeli noktalara sürükleyen kıyıcı
egemen sınıfların sözde yüksek siyasetleri sonucu öldü.
Türkiye toplumu farkında olsun veya olmasın hesabını vermediği kanlı bir dönemin suçluluğuyla derinden derine kıvranıyor. Toplum bu yönlü bir sorgulama, yüzleşme ve arınmayı başaramazsa, bilelim ki rahatlayamayacak ve Türkiye’ye sağlıklı ve işleyen bir demokrasi yerleşemeyecek.
Kıyıcıların ölümleri üzerinde “yüksek siyaset” yaptığı gençler kimsenin değil, bu ülkenin insanlarıydı, genç çoğu arkadaşımız, dostumuzdu. 80 öncesinde öldürülen beş bin insanımızın hesabının verildiği, özgür ve demokratik bir Türkiye’ye ulaşmak idealiyle, yaşadıkça unutmayacağız onları.
Türkiye toplumu farkında olsun veya olmasın hesabını vermediği kanlı bir dönemin suçluluğuyla derinden derine kıvranıyor. Toplum bu yönlü bir sorgulama, yüzleşme ve arınmayı başaramazsa, bilelim ki rahatlayamayacak ve Türkiye’ye sağlıklı ve işleyen bir demokrasi yerleşemeyecek.
Kıyıcıların ölümleri üzerinde “yüksek siyaset” yaptığı gençler kimsenin değil, bu ülkenin insanlarıydı, genç çoğu arkadaşımız, dostumuzdu. 80 öncesinde öldürülen beş bin insanımızın hesabının verildiği, özgür ve demokratik bir Türkiye’ye ulaşmak idealiyle, yaşadıkça unutmayacağız onları.
(*) celalettincan@gmail.com
*** *** ***
Reşat Altay'ın Yazılmamış Anıları
http://www.candundar.com.tr
Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay merkeze alındı dün...
Malumunuz, Altay, sürekli linç, suikast, cinayet haberleriyle gündeme gelen Trabzon'daki güvenlik zaafını izah ederken, suçu reform yasalarına atmış, "Avrupa Birliği uyum kanunları istihbaratı zayıflattı" demişti.
Demokratikleşme hevesi Emniyet'te zaaf yaratmasa, polisin elinde yetki olsa, hiç bunlar başa gelir miydi?
Dilerim Altay, Trabzon'daki ağır mesai günlerinden sonra Ankara'da boş vakit bulur; anılarını yazar.
Biz de Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okuruz; okudukça sürekli baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı gibi...
Malumunuz, Altay, sürekli linç, suikast, cinayet haberleriyle gündeme gelen Trabzon'daki güvenlik zaafını izah ederken, suçu reform yasalarına atmış, "Avrupa Birliği uyum kanunları istihbaratı zayıflattı" demişti.
Demokratikleşme hevesi Emniyet'te zaaf yaratmasa, polisin elinde yetki olsa, hiç bunlar başa gelir miydi?
Dilerim Altay, Trabzon'daki ağır mesai günlerinden sonra Ankara'da boş vakit bulur; anılarını yazar.
Biz de Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okuruz; okudukça sürekli baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı gibi...
* * *
Mesela o kitap 30 yıl öncesinden bir sahneyle başlayabilir:
16 Mart 1978 Perşembe günü...
Öğleyin...
İstanbul Üniversitesi çıkışında 100 kişilik öğrenci grubunun üzerine bomba atılıyor.
7 ölü, 47 yaralı var.
Esmer, kısa boylu, hırkalı bombacı, TNT'yi solcu grubun üzerine atıp üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlıyor. Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi açılıyor.
Gençler de polis de yere kapaklanıyor.
Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için fırlıyor.
Arkadan bir ses:
"Geri dönün" diye bağırıyor.
Polis geri dönüyor. Katiller kaçıyor.
Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin...
Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatıyor. Meğer normalde 30-40 polisin görev yaptığı kapıda o gün sadece 9 polis görevlendirilmiş. Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.
16 Mart 1978 Perşembe günü...
Öğleyin...
İstanbul Üniversitesi çıkışında 100 kişilik öğrenci grubunun üzerine bomba atılıyor.
7 ölü, 47 yaralı var.
Esmer, kısa boylu, hırkalı bombacı, TNT'yi solcu grubun üzerine atıp üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlıyor. Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi açılıyor.
Gençler de polis de yere kapaklanıyor.
Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için fırlıyor.
Arkadan bir ses:
"Geri dönün" diye bağırıyor.
Polis geri dönüyor. Katiller kaçıyor.
Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin...
Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatıyor. Meğer normalde 30-40 polisin görev yaptığı kapıda o gün sadece 9 polis görevlendirilmiş. Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.
***--- ***---***---***---***---***---***
Dikkat zamanaşımı var: 16 MART!
122 sanatçının çalışmalarının
sergileneceği ZAMANAŞIMI 16 MART isimli büyük sergi, üç farklı mekânda 16 Mart
– 2 Nisan tarihleri arasında sanatseverler ile buluşacak.
Zamanaşımı’ sözcüğünü ne kadar çok duyuyoruz
bugünlerde! Zamanaşımı; zamanını aşmış, vakti geçmiş, süresi dolmuş! Bugünlerde
Türkiye’nin kaderini belirleyen bir sözcük hatta bir kavram olarak karşımızda.
Olumlu bir anlamı yok. Bir ülkenin tarihsel suretinde unutulmuş, unutturulmaya
çalışılmış mücadelelerin anlamını karşılamaktan başka bir tasviri yok. Hiçliği,
unutuşu, kaybetmeyi, yok oluşu simgeliyor sadece. Neydi ismi unuttuk?
Zamanaşımı!
ZAMANAŞIMI ŞİMDİ BİR SERGİNİN İSMİ!
122 sanatçı, 1 Mayıs 1978 yılında yaşanan
katliamı anımsatmak ve “68 Kuşağı”nın devrimci mirasını ve örgütlenme
tecrübelerini devralarak daha da ileriye götüren “78 Kuşağı”na selam göndermek
için bir araya geldi, ‘Zamanaşımı’ sergisinde buluştu.
16 Mart 2012-2 Nisan 2012 tarihleri arasında Beyoğlu’nda üç ayrı mekânda, Ada Sanat, Karşı Sanat ve Rumeli Han C Blok’ta düzenlenecek sergiye farklı disiplinlerden eserleriyle katılacak olan bu 122 sanatçı, zamanaşımıyla düşen davaların sayfalarını yeniden açmak için harekete geçiyor.
16 Mart 2012-2 Nisan 2012 tarihleri arasında Beyoğlu’nda üç ayrı mekânda, Ada Sanat, Karşı Sanat ve Rumeli Han C Blok’ta düzenlenecek sergiye farklı disiplinlerden eserleriyle katılacak olan bu 122 sanatçı, zamanaşımıyla düşen davaların sayfalarını yeniden açmak için harekete geçiyor.
16 MART’I UNUTMAYIN!
Türkiye tarihinde 16 Mart
katliamı” adıyla tarihe geçen bombalı saldırıda hayatını kaybeden 7 üniversite
öğrencisini anmak üzere 16 Mart 2012 Cuma günü, bombanın atıldığı yerde ve
saatte, yani Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin tarihi kapısı önünde, saat
13.00′de temsilî 16 Mart anıtı yerleştirilecek ve sanatçı Orhan Alkaya basın
açıklaması okuyacak. Bandista müzik grubu da şarkılarıyla eşlik edecek.
Beyazıt’taki etkinlikler sonrasında Beyoğlu’na geçilerek üç farklı mekândaki
açılışlar 18.00-20.00 saatleri arası gerçekleşecek.
Tüm zamanaşımlarına inat…
12 EYLÜL İDDİANAMESİNDE “16 MART”
Sivas Davası’nın zaman aşımından düşmesi büyük tepkilere yol açtı.. Türkiye’nin
karanlık tarihinde önemli yer tutan olaylardan birisi de 16 Mart 1978
olaylarıydı ki o da 2008 yılında zaman aşımından düşmüştü.. 16 Mart 1978′de
Beyazıt Meydanı’ndaki olaylarda hayatını kaybeden Baki Ediz, Abdullah Şimşek,
Murat Kurt, Hamit Akıl, Ahmet Turan Ören, Hatice Özen ve Cemil Sönmez’in zaman
aşımına uğrayan adalet beklentileri 12 Eylül davasıyla tekrar yeşerdi.
İddianamede korkunç olayın perde arkasına ait çok önemli iddialar ortaya
atıldı..
İşte iddianamede yer alan o iddialar:
1.3. 16 Mart Katliamı
16 Mart 1978 günü Sol görüşlü öğrenciler İstanbul Beyazıt’ta İstanbul
Üniversitesi’nin Beyazıt Meydanına açılan kapısında dışarıya çıkarlarken
öğrencilerin üzerine ateş edilmeye başlandı. Bir el bombası da öğrencilerin
üzerine atıldı. Yapılan saldırıda 7 öğrenci hayatını kaybetti. 50′den fazla
kişi de yaralandı. (3, s.63)
Saldırı öğrencilerin korunmadığı sol taraftan
yapıldı. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Muhittin CENKDAĞ olayı: “Bunlar tertibat
alıyorlar, çocuklar çıkarken nasıl bir bomba belki 100 parçaya bölünüyor.
Şarapnel de değil. Mermi. Ufak ufak mermiler, bir vücuttan belki 50 tane
çıkardılar. Yani Türkiye’de amatörce yapılan bir şey.” şeklinde, polis memuru
Yahya GERGİN ise: “Biz devamlı okulun önünde göreve geldiğimiz zamanlarda burda
okulun kapısının önünde 30-40 kişilik bir polis kuvveti burda güvenliği
sağlamakla mükellefti. O gün için göreve geldiğimizde 9 kişilik bizim sadece
kendi grubumuz vardı. Diğer grupların polis memurlarını göremeyince okulun
önünde bir gariplik olduğunu hissettik… Aşağı yukarı birkaç dakika silah
sesleri ateş edildikten sonra kesildi ve biz başladık arkalarından kaçan
kişileri kovalamaya. Kovalamaya başladığımız zaman bunlar 4-5 kişiydi. Biz
bunları belli bir yere kadar kovaladık. Yakalayamadık. Geri geldiğimizde, biz
kaçanları arkasından kovalarken arkamızdan bir tanesi, geri dönün, gitmeyin
diye bağırmıştı, bunun kim olduğunu öğrenmek için sordum arkadaşlara, orada
kalan arkadaşlara, bunun komiser muavini Reşat ALTAY olduğunu söylediler. Reşat
ALTAY olduğunu söyledikten sonra benim garibime gitti. Çünkü daha evvel kendisi
de bizimle beraber orada koruma görevini sağlayan kişilerinden, birlik amirlerinden
birisiydi.” şeklinde beyanda bulundular. (4, s.70-71)
Olaydan uzun süre geçtikten sonra bombayı atan
genç Zülküf İSOT, katliamı ailesine itiraf etti. Zülküf İSOT’un ablası Remziye
AKYOL yapılan itirafı “Abla dedi. Ben sana bir şey anlatmak istiyorum dedi… 16
Mart katliamını oturdu, anlattı bana. Polis aracı ile gittiklerini, polislerin
de kendilerine yardım ettiklerini, bombayı kendisine attırdıklarını… o anda
insanların feryatlarını, bağırmalarını gözleri dolu dolu anlattı. Çok pişmanım
dedi… Abla dedi, bir süre sonra teslim olacağım, hiç meraklanma. Bildiklerimi,
bugüne kadar yaptıklarımızı, her şeyi anlatacağım.” şeklinde beyan etti. (4,
s.72)
Zülküf İSOT yaptığı itiraftan kısa bir süre sonra
öldürüldü. Katili de öldüren de kendisi gibi bir Ülkücü olan Latif AKTI’ydı. 8
sene hapis yattı. Bu konuda asıl önemli olan açıklamayı Ülkücü itirafçı Ali
YURTARSLAN yaptı. Öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2. Başkanı
Abdullah ÇATLI’nın temin ettiğini söyledi. Ali YURTARSLAN’a göre ÇATLI orduda
görev yapan bir yüzbaşıdan 7 tane TNT kalıbı temin etti. Bu TNT’lerin bir
bölümü İstanbul’da bir bölümü ise Ankara’da kullanılmıştı. ÇATLI ismi ilk defa
bu şekilde kamuoyu tarafından duyuldu. (4, s.72)
Olayın Değerlendirmesi: Olayda, suçlunun takibine
amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları,
yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot’un eylemi
polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde
POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de
kullanılması ile toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen
güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.
Kaynak-Demokrat Haber
***---***---***---***---***---***
16 Mart Katliamından Fotoğraf Kareleri



















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder