6 Ağustos 2012 Pazartesi

TÜRKİYE'DE KATLİAMLAR

1) Mustafa Suphi'nin Katli Meselesi

       2) Kızıldere Katliamı

3) 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı

4) 19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı

5) 16 Mart 1978 Öğrenci Gençlik Katliamı

Mustafa Suphi'nin Katli Meselesi

25 Şubat 2009 Çarşamba


“ta ata aa ta ta ha ta tta ta/ tarih/ 1921/ Kânunisani 28/ karadeniz/ burjuvazi/ biz/ onbeş kasap çengelinde sallanan/ onbeş kesik baş/ onbeş arkadaş/ yoldaş/ bunların sen isimlerini aklında tutma fakat/ 28 Kânunisânîyi unutma/...” (Nâzım Hikmet, Moskova, 1923)

    3. Enternasyonal’in 21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de toplanan ikinci kongresinde kabul edilen Lenin’in ‘Sömürgeler ve Geri Kalmış Ülkelerle İlgili Tezleri’nden 11. tezin beşinci fıkrasıyla 12. teze göre Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği kurtuluş hareketi, bir burjuva demokrat hareketi olduğundan, ona komünist rengi verilmesine çalışılmamalı, ama Batılı devletlerle savaşında yardım edilmeliydi. Bunun karşılığında tek şart, Komintern yoluyla Moskova’ya bağlı bir komünist parti kurulmasına izin verilmesiydi. Temmuz 1920’den itibaren Balıkesir ve Bursa Yunanlıların eline geçtiğinden Mustafa Kemal’in bu teklifi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ağustos ayında Bolşeviklerin altın yardımı gelmeye başladı. 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın hemen ardından Türkiye Komünist Fırkası resmen kuruldu.

        28 Ekim 1920’de Mustafa Kemal ‘Resmî’ Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdu. 10 Ocak 1921’de Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kemalist hükümetin Sovyet politikaları değişmeye başladı. Büyük Devletler Ankara hükümetinin temsilcisini Londra’da yapılacak toplantıya çağırınca Kemalistler Moskova altınlarının diyeti olan TKP konusundaki sözlerinden dönmekte beis görmediler. Bu haftanın konusu, modern Türkiye tarihinin ilk siyasi cinayetlerinden biri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi. Yazıyı yazarken Emrah Cilasun’un Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? (Agora Kitaplığı, 2008) adlı kitabını esas aldım. Modern tarihimizin son siyasi cinayeti olmasını dilediğim Hrant Dink suikastıyla Mustafa Suphilerin hunharca katledilmesi arasındaki benzerlikleri ve farkları bulmayı okuyuculara bırakıyorum.

İttihatçılıktan komünistliğe...


        Mustafa Suphi, Osmanlı bürokrat sınıfına mensup bir ailenin evladı olarak 1882’de Giresun’da dünyaya geldi. Babası, çeşitli devlet kademelerinde yer almış ve sonunda vali olmuştu. İdadi’yi (liseyi) Erzurum’da okudu, İstanbul’da hukuk tahsil etti. Paris’te L’École Libre des Sciences Politiques’de Ziraat Bankası ve tarım kredileri üzerine teziyle lisansüstü eğitimini tamamladı. 1908’te II. Meşrutiyet’in ilanıyla ülkeye döndü ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde muallimlik yaptı, Yüksek Ticaret ve Tarih Mektebi’nde siyasi iktisat dersleri verdi. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerindeki makalelerinde kâh özel teşebbüsçülüğü kâh devletçiliği öneren Mustafa Suphi, 1911’de Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 4. Kongresi’ne katıldı. Kongrede İktisat Vekili olmak isteği yerine getirilmeyince İttihatçılara küstü ve Ferit (Tek) ve Yusuf (Akçura) Beyler ile Milli Meşrutiyet Fırkası’nı kurdu. İttihatçılığa göre daha sağ bir çizgiyi temsil eden fırkanın yayın organı İfham’ın editörlüğünü yaptı.

Bahr-ı Cedid sürgünleri


        Mustafa Suphi, 23 Ocak 1913’te Babıâli Baskını ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine muhalifler ve ‘İstanbul’daki serseri ve işsiz takımı’ndan oluşan 322 kişilik grupla Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürüldü. 1914’te Mustafa Suphi’nin gayretiyle Ahmet Bedevi (Kuran) ve birkaç kişi daha Sinop’tan deniz yoluyla Kırım’da Sivastopol’e kaçtılar. Kaçakların tümü Mısır’a ve Batı ülkelerine giderken, sadece Mustafa Suphi Kafkasya’ya geçti. O sırada patlayan savaş aleyhine yazıları yüzünden Ruslar tarafından Urallara sürüldü. Sosyalizm ve komünizm fikirleriyle burada tanıştı. Şubat 1918’den itibaren Moskova’da Tatar Başkut devrimcileriyle Yeni Dünya adlı bir gazete çıkardı. 20 Temmuz 1918’de, Asya’nın Müslüman halklarını komünizm düşüncesine çekmeyi hedefleyen Stalin’in girişimiyle Türkiye Komünist Fırkası’nın (daha sonra TKP) ilk toplantısını yaptı.

Lenin’in tezlerinin hayata geçirilmesi


        “Cevat Yoldaş! Bizim meslek dervişlik! Gideceğiz!” demişti yola çıkmadan önce. ‘Baş düşman’ olarak İttihat ve Terakki’yi gören Mustafa Suphi ve arkadaşları, hemen hepsi İttihat ve Terakki’den gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla ittifak yapmak üzere, Ankara’ya gitmeye karar vermişlerdi.

        Bakû’den peyderpey yola çıkan TKP kafilesinin beş kişilik ilk grubu, Sovyet Rusya’nın Ankara’ya sefir olarak atadığı Budi Mdivani’nin heyeti ile birlikte, 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı. Sovyet diplomatları ile birlikte gelen TKP’liler törenle karşılandılar. Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi’ye, Ankara’ya bir telgraf yollamasını ve gelişini haber vermesini tavsiye etti.

        Ancak 29 Aralık 1920’de Mustafa Kemal’in, Kâzım Karabekir’e yolladığı telgraf hiç iç açıcı değildi. Telgrafta “Ankara’da komünist cereyanları arzu hilafınadır. Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi’nin bu cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin bildirilmesini rica ederim” yazmaktadır. Bu ricanın karşılığı bugüne dek yayınlanmadı. Ancak telgrafın ikinci satırı TKP’yi Meclis çatısı altında eritme yanlısı olan Karabekir’e bu eğiliminden vazgeçmesi için Ankara tarafından tanınmış bir fırsat gibi görünmekteydi.

“Zeki, bilgili, fazla kurnaz…”


        Gruba birkaç gün içinde başkaları da katıldı. O günlerde Kars’ta olan Ankara Hükümeti’nin Moskova’ya elçi tayin ettiği Ali Fuat (Cebesoy) Bey, 2 Ocak’ta Mustafa Suphi ile görüştü. Bu görüşmeyi değerlendiren uzun raporunda “[Mustafa Suphi] zeki, bilgili, fazla kurnaz, konuşmalarında ihtiyatlı ve acelesiz. Rus Sefiri ile memleket içine girmek ve Ankara Hükümeti prensiplerine inanmış gibi görünmek istediğine bakılırsa bu kişinin yumuşak düşünce ve prensiplerle Anadolu hareketini yönetenlerin güvenini kazanmak ve böylece bir mevki yaptıktan sonra, Rus komünizminin gizli başı olmak suretiyle memlekete [bu düşüncesini] duyurmak ve uygulamak düşüncesinde olduğunu zannediyorum” diye yazmıştı. Bu görüşme Ankara ile TKP yönetimi ile siyasi konuların ele alındığı üst düzeydeki son görüşmeydi.

        Meclis’in 3 Ocak tarihli oturumunda, Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’ye (Ulaş) hitaben şöyle diyordu: “Komünizm yayılması meselesine gelince; kendileri buyurdular ki, istense de istenmese de bu bir mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Madem ki maddi tedbirle önüne geçmek imkânı olmayan bir yayılmadır, bu mutlaka bulaşıcı olacaktır. Zannediyorum ki, buna karşı tedbir düşünmek meselesiyle söz konusu olan siyasi meseleleri birbirinden ayırmak ve seçmek daha uygun olur...”

Yıldırma harekâtı


        Bu konuşmadaki bazı vurgular, TKP’yi beklemekte olan akıbetin ipuçlarını veriyordu. Nitekim, Kâzım Karabekir aynı gün Erzurum Valisi’ne (günümüz Türkçesiyle) şöyle yazmıştı: “Adı geçenin ve arkadaşlarının Erzurum’a varışları gününden başlayarak gerek gazete yayınları ve gerekse halkın uygun göreceği gösteriler ve baskılarla daha içeri yolculuğun ve memlekette kalmanın ve çalışmanın mümkün olmayacağı hakkında kendilerinde gereken izlenimler yaratılır...” Karabekir, Trabzon’da özellikle Bolşeviklerin gözleri önünde aynı tezahüratın yapılmasını fakat tepkilerin Bolşevikliğe değil söz konusu kişilere olduğunun gösterilmesini istiyordu. Benzer bir telgraf Gümüşhane Valisi’ne de göndermişti.

        Mustafa Suphi, İsmail Hakkı yoldaşına gönderdiği 5 Ocak tarihli mektupta Kâzım Karabekir tarafından, Rusya’ya atanan Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Rıza Nur’un Kars’a gelişini bekleme bahanesiyle alıkonduklarını, bu zorunlu bekleme sırasında Tuapse’den Abid adlı bir yoldaşın Kars’a gelmesi üzerine, Karabekir’in ‘ihtilalci’ niyetleri konusunda iyice şüphelendiğini yazıyordu.

Halk galeyana getiriliyor


        Mustafa Suphi ve beraberindeki 17 kişi (?) 18 Ocak’ta Erzurum’a gitmek üzere Kars’tan trenle yola çıktı. Heyet dört günlük bir tren yolculuğunun ardından 22 Ocak’ta Erzurum’a vardığında kendilerini Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin örgütlediği eylemler bekliyordu. Modern Türkiye’nin ilk ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ olan Cemiyet’in 18 Ocak’ta yayınladığı beyannamede “Rusya’dan gelmiş, anası babası belirsiz, mazileri karanlık, cani iblislerin, Allah, Peygamber, Halife ve şeriat yok dediği, kadınlardan başlayarak na-mahremliği ortadan kaldıracağı, kadınların kamuya açık yerlere erkeklerle karışık girip çıkması, erkeklerle çalışması ve erkeklere hizmet etmesinin mecbur kılınacağı, üç yaşından büyük çocukların umumi depolarda toplanacağı, cinayet ve diğer suçlara ait kanunları kaldıracağı, çalışmayanın ekmek yiyemeyeceği, Başkırdistan, Taşkent ve Buhara’daki milyonlarca Müslümanın bütün servetlerinin, ırz ve namuslarının ellerinden alınacağı” yazıyordu. Bu iddialarla galeyana gelmiş göstericileri yönlendirenler arasında polis teşkilatından kişiler de vardı. Heyet Erzurum’a sokulmadı ve dekovil hattıyla Karabıyık’a (Aşkale yakınlarında köy) yollandı.

        Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin olayları anlatan telgrafı Meclis’te okunduğunda, Mustafa Kemal, devletin her şeyden haberdar olduğunu gösteren ve Erzurumlularla hemfikir olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal aynı oturumda yaptığı diğer konuşmada Kâzım Karabekir tarafından Mustafa Suphi ve arkadaşları için yapılan plandan övgüyle bahsetti. Ardından Erzurum Valisi ‘Deli’ Hamit’e acele bir telgraf yolladı. Telgrafta “Mustafa Suphi Efendi’nin refakatinde kaç kişi olduğunun ve onların da kendisiyle birlikte gönderilip gönderilmediğinin bildirilmesini rica ederim” deniyordu.

İmha planı yürürlüğe konuyor


        Bayburt’tan kızaklarla aç bilaç yola çıkan TKP kafilesi hiçbir yerde doğru dürüst konaklama fırsatı bulamayarak 27 Ocak’ta Maçka’ya vardı. Caminin yanındaki Yorgaki Otel’de bir gece kaldılar. Heyettekilerden Baytar Abdülkadir Maçka Kaymakam Vekili Murat Efendi’nin yardımıyla kurtarılmıştı. Mahmut Goloğlu’na göre, Abdülkadir, Kars’tan Trabzon’daki kardeşi Mehmet Efendi’ye gelişlerini müjdelemiş, Mehmet Efendi vekilliğini yaptığı Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ya haberi verdiğinde, Yahya kendisine Mustafa Suphi ve arkadaşları konusunda Ankara’dan emir aldığını, eğer kardeşini kurtarmak istiyorsa şehre girmesini engellemesini tavsiye etmişti. Abdülkadir’in hayatını bu uyarı kurtarmıştı.

        Böylece geride Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı kalmıştı. 28 Ocak’ta Trabzon’da olağanüstü bir hareketlilik vardı. Tellallar, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti başkanı ve eski Teşkilat-ı Mahsusa’cı Barutçuzade Ahmet Bey’in oğlu Faik Bey’in gazetesi İstikbâl’in kışkırtıcı yayınlarıyla galeyana getirilen halkı cuma günü öğleden sonra ‘Rusya’daki esir kardeşlerimizi kurşuna dizdiren dinsiz vatan hainlerinden intikam almak üzere’ mağaza, dükkân ve kahvehaneleri kapatarak Değirmendere’ye çağırmıştı. Şehirdeki Sovyet Konsolosluğu’nun elemanlarına da sokağa çıkmamaları tembih edilmişti. Cuma günü, bütün esnaf dükkânlarını kapatarak, kapatmayanlar ise polis ve inzibat memurları tarafından cebren kapattırılarak Değirmendere’ye doğru sevk edildiler.

        TKP heyeti, 28 Ocak akşamı saat 17.20 civarında Trabzon’a vardı. Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve adamları heyetin yolunu Değirmendere mevkiinde keserek Çömlekçi Mahallesi’nin alt yolundan doğruca iskeleye (Buhti’ye) çevirdi. Burada Mustafa Suphi ve arkadaşları tükürükler, küfürler ve tekmeler eşliğinde bir motora doğru sevk edildiler. Hemen arkalarından Kâhya’nın silahlı adamlarını taşıyan bir motor daha kalktı. Motorlar sabaha karşı 4-5 sıralarında boş olarak geri döndü, ama kimsenin iskeleye yanaşmasına izin verilmiyordu. Birkaç gün sonra tayfalardan birisi, motordakilerin birkaç mil açıkta, elleri ve ayakları bağlanarak denize atıldıklarını söyledi.

Meryem yoldaşın acı sonu


        İddialara göre Sürmeneli Kınalıoğlu Ahmet Yakup motora bindirilmeyip Yahya Kâhya’nın evinde alıkonmuş, Tayyareci Tevfik ile Mustafa Suphi’nin Rus (bazı kaynaklara göre Türk, bazılarına göre Rus Yahudisi) asıllı eşi motordan geri getirilmişti. Adı çeşitli kaynaklara göre Meryem, Maria ya da Semiramis olan bu hanım, önce Yahya Kâhya’nın evine götürülmüş, kadıncağız tutulduğu yeri Rus Konsolosluğu’na bildirmeye çalışmış, notu götüren adam Kâhya’nın adamı çıkınca, ceza olsun diye Nemlizade Ragıp Bey’in evine verilmişti. Bir süre, Kâhya tarafından Rizelilere verilen kadıncağız bir oturak âlemi sırasında öldürülmüştü.

        Katliamın ardından Trabzon’daki Rusya Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov Trabzon Valisi’ne Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetini soran bir mektup yazdı. Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri cevabi mektubunda, halkın tepkisi karşısında Trabzon’da kalamayacaklarını anlayan ekibin, bir motor kiralanarak sağ salim Rusya sahillerine yollandığını belirtti. Aynı gün İstikbâl gazetesinde, “Bakû Seyyahları Geldiler ve Gittiler” başlığı altında çıkan haberde olay daha ağır ifadelerle anlatılıyordu.

        Mustafa Kemal’in 31 Ocak 1921’de Erzurum’daki Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığına yazdığı telgrafta “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası efradından bazılarının vatana hıyanet suçundan dolayı haklarında takibat ve soruşturma icra edilmektedir. Adı geçen fırka, hükümetçe itibar ve itimada değer değildir, Efendim.” denmekteydi. Yani, Ankara Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetinden habersiz görünüyordu. 14 Şubat’ta Trabzon’daki Sovyet Rusya Konsolosu Bagirov, Trabzon Vali Vekiline Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Batum’a ve hiçbir Sovyet sahiline gelmediğini, dolayısıyla nerede olduğunu merak ettiklerini yazdı. Vali cevabında “Üçüncü Enternasyonal Heyeti’nden hiç kimse buraya gelmedi ve hiç kimse de buradan gitmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur” dedi. Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogramla Ankara’dan Mustafa Suphilerin akıbetine dair bilgi talep etti. Ankara Hükümeti ise, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bir deniz kazasında öldüklerine ilişkin açıklamasında ısrarlıydı.

Kaç kişi öldürüldü?


        TKP’nin belgelerine göre, Anadolu’ya hareket edenlerin toplamı Merkez Komite üyeleri ile birlikte 30’dur. Merkez Komite üyesi Mehmet Zeki ile üst düzey parti kadrosundan Süleyman Sami hasta oldukları bahanesiyle Erzurum’da veya Maçka’da alıkonulup, Ankara Hükümeti’nin himayesine mazhar olmuşlardı. TKP Harici Bürosu, haberin alınması ardından, “Doğu Halkları Propaganda ve Faaliyet Kurulu Başkanlığı”na gönderdiği mektupta, isim belirtmeksizin 16 kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı organ adına Ahmet Cevat’ın (Emre) 2 Nisan 1921 tarihli mektubunda ise, “M. Suphi, dört Merkez Komite üyesi ve on iki diğer yoldaşlarımız” denmektedir ki, burada verilen rakamlarla öldürülenlerin toplam sayısı 17’ye ulaşmaktadır. Mete Tunçay’a göre motorda öldürülenlerin sayısı, Mustafa Suphi ile birlikte 14’dür. Tunçay, listeye ayrıca Meryem’i eklemektedir. Emrah Cilasun başka kaynaklarda geçen isimleri de dikkate alarak öldürülen komünistlerin sayısının daha çok olabileceğini söyler.

Sonra ne oldu?


       16 Mart 1921’de TBMM Hükümeti’yle Rusya Şûraları Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Mustafa Kemal aynı gün Yahya Kâhya’ya “vatanperverâne hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” şeklinde kısa bir telgraf yolladı. Bu telgraftan iki ay sonra kanlı bir tasfiye hareketi başladı. Çünkü Trabzon’daki yerel güçlerin Enver Paşa ile flört etmesi, Ankara’yı rahatsız etmişti. 300 kişilik çetesiyle Yahya Kâhya, Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’nın en has adamıydı. Dahiliye Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey, durumu ‘Trabzon’daki İskele Hükümeti’ diye nitelemişti.

        Tasfiye harekâtı 26 Ağustos 1921’de Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in Trabzon Valiliği’ne getirilmesiyle başladı. 7 Kasım 1921’de Miralay Sami Sabit (Karaman) Trabzon’daki 13. Fırka Kumandanlığı’na atandıktan sonra Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyet adına toplanan paraları zimmetine geçirme suçuyla Yahya Kâhya hakkında soruşturma başladı. Kâhya uzun bir direnişten sonra 12 Ocak 1922’de Sivas Bidayet Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tutuklanarak Sivas’a gönderildi. Ancak mahkeme heyetine yapılan baskılar sonucu beraat ederek Trabzon’a geri döndü.

Kâhya’nın tasfiyesi


        Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey konuyu Meclis gündemine getirdi ve Mustafa Kemal ile arasında sert tartışmalar yaşandı. Yahya Kâhya’nın sonunu, Suphilerin öldürülmeleri meselesini de ima ederek etrafa “sanki bütün bu işlerde ben tek başıma mıydım; her şeyi olduğu gibi ortaya dökeceğim” diye tehditler savurması getirdi. 3 Temmuz 1922’de Kâhya ve dört kişiyi taşıyan otomobil, Kâhya’nın Soğuksu’daki yazlık konağına giderken saldırıya uğradı. Kâhya ve iki kişi öldürüldü. Arkadan ve önden atılan 40 kadar mermiye rağmen olaydan karanlıkta kaçarak kurtulan Kâhya’nın Mustafa adlı silahlı uşağı, olaydan sonra nedense yoldaki askerî kışlaya ve şehirde önünden geçtiği hükümet, polis ve jandarmaya olayı haber vermemiş, bütün gece ortadan kaybolmuştu.

        Halk arasında olayı Sami Sabit Bey’in tezgâhladığı inancı yaygındı. Durumu soruşturan heyet, 13 Eylül 1922 günlü raporunda “Kâhya öldükten sonra askerî kışlaya doğru kaçtıkları görülen katiller hakkında zamanında gereken araştırma yapılmamış olduğundan bulunmaları imkânsız hale gelmiştir” diyerek soruşturmayı kapattı.

Azmettiren kim?


        O günden beri Mustafa Kemal’in olaydaki rolü aydınlanmadı. Yıllar sonra Mustafa Kemal ile yolları ayrılacak olan Kâzım Karabekir uzun bir süre yasaklı kalan anılarında, bu olayla ilgili olarak, “hayatımla ve namusumla oynadılar” diyecekti.

        Yine yıllar sonra Mustafa Kemal’in Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) Bey, Yahya Kâhya’yı, 27 Mart 1923’te Mustafa Kemal’in yeminli muhalifi Ali Şükrü Bey’i öldürecek olan Giresunlu Topal Osman’ın iki adamıyla birlikte kendisinin öldürdüğünü açıkladı. Bu konuda bir makale yazan Yalçın Yusufoğlu’na göre, Yahya Kâhya’nın oğlu, Mete Tunçay’a gönderdiği mektupta, babasının “o zamanki koşullara göre vatani vazifesini yaptığını ve asıl katilin bugün tapınılan bir kişi olduğunun bir gün mutlaka anlaşılacağına” inandığını yazmıştı. Halil Berktay’ın dedesi Halil N. Berktay da olayın Ankara’dan gelen şifreli bir telgrafla emredildiğini ve şifreyi çözmüş subayla sonraları tesadüfen tanıştığını söylemişti.

        Olayın dünya solculuğu açısından ne anlama geldiğini ise Mete Tunçay şöyle özetlemişti ki buna ben de katılıyorum: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli karşısında Sovyetlerin ve Komintern’in takındığı tavır dünya solculuğunun gelişme süreci bakımından bir dönüm noktasıydı. Bu olayda sosyalist anavatanın dış politika çıkarlarıyla bir kardeş partinin varlık sorunu çatışmış ve komünistler, daha sonra Troçkistler tarafından Stalin’e atfedilen bir ‘fırsatçılık’ kalıbının ilk örneğini vermişlerdi. Halbuki bunlar olurken, Lenin resmen ve fiilen Sovyet devletinin başında bulunuyordu.

        Ek Kaynakça:
Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1982; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Merk Yayıncılık, İstanbul, 1988; Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Milli Mücadeleye El Koymaya Çalışan Başı Dışarda Akımlar”, Belleten, sayı: 140, Ankara, 1971, s. 567-654; Cumhur Odabaşıoğlu, Trabzon, Top-Kar Matbaacılık, Trabzon, 1990; TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-2, Çev. Yücel Demirel, Tüstav, 2004; Yalçın Yusufoğlu, “Kanunisaniyi unutma”, 30.1.2008, http://www.sesonline.net; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, 1908-1925, Sevinç Matbaası, 1967; Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007.
Gönderen halilky zaman: 06:02


Mustafa Suphi'nin Katli Hakkında
Y. N. Rozaliyev
http://yeniortam.org/msuphi2.html
 
        Türkiye Komünist Partisi'nin 1. Kurultayı kararlan, Türk komünistlerine can kattı, emekçilerin özgürlük ve devrim mücadelesine yeni güçler aşıladı. Türk yurtseverleri, emperyalistlerle .savaşta, gözle görülür başarılar kazandılar. Fakat Türkiye burjuva derebeyi hükümeti, işçi ve köylüler üzerinde baskıyı artırıyor, işçi ve komünist harekeli bölmek ve boğmak için bütün araçlara başvuruyordu. Gericilik aynı zamanda halkın geri kalmış tabakaları arasında din ve milliyetçilik fetişizmi aşılamak için elinden geleni ardına koymuyordu.

        Bu koşullarda Suphi yurtta olmayı mutlak bir zorunluluk sayıyordu. Onun bu kararında Mustafa Kemal'in mektubu da, bir ölçüde rol oynamıştı. Mustafa Kemal, Komünist Partisi'nin Büyük Millet Meclisi'ne bir delegasyon göndermesini ve yeni hükümetle devamlı bir bağ kurularak ona "gerçek ve maddi yardımda bulunulmasını" öneriyordu. Bununla birlikte, Türkiye Komünist Partisi'nin etkisinin gelişmesinden adamakıllı çekindiği için Kemal şöyle yazıyordu: "Ulusun birliğini ve direnme gücünü kıracak zamansız ve gereksiz çıkışlardan kaçınılmalıdır."

        Burjuva derebeyi hükümetinin Türkiye'de komünistlere baskı politikası uyguladığını bilen Suphi, yurda dönüşünde kendisini zor deneylerin, kovalama, kovuşturmaların beklediğinin, hapsinin, hatta ölümünün söz konusu olduğunun farkındaydı. Fakat hiç bir şey yiğit devrimcinin ve arkadaşlarının kararını değiştiremedi.

        Suphi, Baku'dan, müdahalecilere karşı savaşta doğrudan doğruya yer almaya can atan gönüllüler alayının, Türk komünistlerinin başında yola çıktı. Fakat alay bu sırada yolların kesilmiş olduğu Azerbaycan'dan Türkiye'ye ulaşamadı. O zaman Suphi, aralarında TKP Merkez Komitesi üyeleri Hilmi oğlu Hakkı, Ethem Nejat, Nazmi ve İsmail Çitoğlu'nun bulunduğu en yakın on dört mücadele arkadaşıyla Ankara'ya gitmeye karar verdi.

        Komünist grubunun Anadolu'ya gelişinin doğuracağı sonuçlar Ankara Hükümeti'ni telâşa düşürmüştü. Doğu Ordusu Komutanı Kâzım Karabekir'e "Suphi'nin Ankara'ya bırakılmaması ve duruma göre davranılması" emri verildi. Azgın gerici Karabekir, amirlerinin gösterdiği hedefi çok iyi anladı. Türk komünistlerinin yoluna akla gelebilecek her türlü engel çıkarıldı, fakat Suphi ve arkadaşları yollarına devam ettiler. 28 Ocak 1921 akşamı Trabzon'a vardılar. Jandarmalar, onları bekliyordu. Türk komünistlerinin silahları alındı, elleri kelepçelendi ve dövüldüler. Daha sonra, önceden hazırlanmış bîr motorlu sandala bindirildiler. Sandal açıldıktan biraz sonra kiralık katillerle dolu bir başka sandal denize açıldı. Mustafa Suphi ve kavga arkadaşları, süngülenerek denize atıldılar. Bunu limana dönen sandalların tayfalan anlattılar. Yerli halk, karaya vuran parçalanmış cesetleri gördü.

        Büyük devrimci, Türk halkının gururu olan kişi, böyle öldü, Fakat Mustafa Suphi'yi öldürmekle düşmanlar, onun hayatını adadığı davayı Mustafa Suphi'nin söylediği gibi, yokedemediler. "Ne hapis, ne zindan, ne kan, ne ateş halkı durduramaz. Ulusal kurtuluş ve demokrasi hareketini durduramaz."

  Birinci basımı 1923 yılında Moskova'da Kızıl Şark Matbaası'nda, ikinci basımı 1974-75 yıllarında Brüksel'de Coodiff'de ve üçüncü basımı da 1977 yılında İstanbul'da Güncel Yayınlar'da gerçekleştirilen Mustafa Suphi ve Yoldaşları (28-29 Ocak 1921'i Unutma) adlı yapıttan, Rozaliyev'in Mustafa Suphi başlıklı yazısından alınmıştır. Bu yapıt, Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı TÜSTAV tarafından da Mustafa Suphi ve Yoldaşları adı altında Kasım 2004 tarihinde yayınlanmıştır.

 


Yeni Ortam



MUSTAFA SUPHİ KİMDİR?

       Mustafa Suphi (1883-1921), Türkiye Komünist Partisi’nin ilk merkez komitesi başkanıdır.

        Suphi 1883 yılında o zamanın Trabzon vilayetine bağlı olan Giresun kazasında doğdu. İlk öğrenimini Kudüs ve Şam’da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum’da yaptı. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi.

        Fransa’da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi’nin Jean Jaures, Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi’nin İttihatçılar’la yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. O dönemki hükümetin gazetesi olan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapar.

        Paris’ten İstanbul’a dönüşü 1908 yılına, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere rastlar. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi’nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.

        İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit (Tek)'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Suphi, muhaliflere karşı 1913 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop’a sürülür.

        1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya’ya kaçmalarıyla başlar. Önce siyasi mülteci olan Mustafa Suphi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Osmanlı tebasından olduğu için sürgüne gönderilir. Sürgün yıllarında Türk kökenli çeşitli devrimcilerle ve Bolşevikler’le tanışır. Doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine sürgüne gönderilen Anadolulu askerler arasında çalışma yürütür. Suphi’nin Bolşevik düşüncelerle tanışıp devrimci bir çalışma yürütmeye başlaması 1914-15 yıllarına denk düşer.

        Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’ya gider. Halk Komiseri Josef Stalin'in yardımcılarından Mir Seyyit Sultan Galiyev'in sekreterliğini üstlenir. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa’daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşına katılır.

        Gerçek anlamda Anadolu’ya yönelik çalışmaya başlaması Mayıs 1920’de Bakü’ye gelmesi ile olmuştur. Bu dönemin zirvesi 10 Eylül 1920’de 15 bölgeden gelen 75 delege ile Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasıdır.

        Mustafa Suphi aynı dönemde hem Komintern’in ikinci kongresinde iki Türk delegeden biri olmuş, hem de Birinci Doğu Halkları Kurultayı'nın başkanlık divanında yer almıştır. Sovyet hükümeti tarafından güvenilen ve Anadolu’daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu’ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'daki Kuvayı Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara’ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum’da linç girişimlerine uğramalarına lakayt kalırlar.

        Bazı iddialara göre 1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler.

***---***---***
Nazım Hikmet’in, Mustafa Suphi olayı ile ilgili yazdığı şiir
Kalbim
Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!..
Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!
Yandı 15 yaramdan 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
ÇAR-PA-CAK!!
Nazım Hikmet Ran
1925
***---***---***


Mustafa Suphi ve Yoldaşları


***---***---***---***---***---***---***

Kızıldere Katliamı


    Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı. Kızıldere Katliamının sorumluları hala serbest.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
31 Mart 2007, Cumartesi
       Kızıldere Katliamı, Türkiye devrimci sosyalist hareketinin tarihinde bir dönüm noktası. 12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Aşağıda o günlerin hikayesi...
       İstanbul'da Ulaş Bardakçı'nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz'ın ağır yaralı olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından Koray Doğan'ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu'nun da tutuklanması üzerine, tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara'da ya da başka bir büyük kentte barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C'nin Doğu Karadeniz'deki kitle çalışmalarından edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek Fatsa'nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy'un bir akrabasının evine yerleştirildiler.
       Cezaevinden kaçıştan başlayarak yapılması mümkün ve gerekli ilk girişimin Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının önlenmesi olduğu düşüncesinin aralarında sürekli olarak güçlendiği topluluğun eline Fatsa'ya yerleştikten sonra Ankara ve İstanbul'da sahip olmadıkları kadar elverişli bir imkan geçti: Varlığı daha önceden bilinen ve belirlenmiş olan NATO dinleme üssünde görevli İngiliz personeli. Kısa bir durum muhasebesinin ardından CHP'nin üç THKO'lunun idam cezalarının yerine getirilmesine ilişkin TBMM kararına Anayasa Mahkemesi'nde yaptığı itirazın sonucunun beklenmesi ve idamları önleyecek başka hiçbir yasal yol kalmadığında İngiliz görevlilerin rehin alınarak idamların yerine getirilmesinin engellenmesine karar verildi. Ancak, bu kararın yerine getirilebilmesi için gerekli bilgi, araç, barınma olanakları ve ilişkiler, kısacası yerel örgütlenme, ancak seyrek bir sempatizanlar çevresinin gevşek örgütlenmeleri içinde vardı.
       Beri yandan bürokrasi içindeki mücadele, 12 Mart sonrasında devletin korunabilmiş kimi yasallıklarının askeri diktatörlüğü kalıcılaştırma yanlısı güçler tarafından sürekli olarak aşındırılması biçiminde sürüyordu. Bir yandan Anayasa Mahkemesi'nde davaya bakılırken öte yandan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı infazlar için darağaçlarının hazırlanmakta olduğuna ilişkin bildiriler yayınlayarak Anayasa Mahkemesi'ni baskı altında tutmaya çalışıyordu. Devletin kurumları arasında idama mahkum üç devrimcinin hayatları üzerinde süren bu mücadelenin doğurduğu gerilimli ve belirsiz atmosfer içinde, henüz hazırlıkların tamamlanmadığı bir sırada grubun büyük kentle olan son bağlantısı da koptu. Artık yerlerinin devlet güçlerinin bilgisi içine girip girmediğinden hiç bir zaman emin olmayarak, arkadaşlarının idamlarını engelleyemeden yakalanmak ya da her türlü riski göze alarak harekete geçmek kararıyla, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30'da Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan ellerinde kendilerine ait herhangi bir araçları olmaksızın yöredeki bir tanıdıklarının aracıyla Ünye'de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gittiler. Evin önünde İngiliz görevlilere ait aracın durmakta olduğunu görünce, o gece İngilizleri kaçırmayı düşündülerse de çevrenin kalabalıklığından ötürü bundan vazgeçtiler. Geceyi Ünye'deki bir tanıdıklarının evinde geçirdiler.
       26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri ile Ankara'da elde ettikleri bilgileri değerlendirerek Ünye'deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa'yı abluka altına aldılar. Daha sonra 1979'da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve çırağını gözaltına alan devlet güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye'den ayrılacak ve arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna'nın bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı. Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı. İngiliz görevlilerin araçları kaldıkları konutun önündeyse onları kaçıracak ve birlikte gideceklerdi. Değilse, yakalanmadan önceki son şansı kullanarak zorunlu olarak Ünye'den ayrılacaklardı. Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli alındı. Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir Cayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar. Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir yerde terkederek Ankara ya da İstanbul'a gitmekle görevlendirildiler.
Kızıldere'de
        Soğuk ve rüzgarlı bir havada yokuş yukarı tırmanarak ancak gün ağarırken köy civarındaki ağıllara ulaşabilen grup, görünmemek için ağıllarda saklandı. 27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar. 27 Mart 1972 sabahı İngiliz görevlilerin evine gelen hizmetlinin durumu polise bildirmesi üzerine, bütün bölgede topçu keşif uçakları ve helikopterlerle keşif uçuşlarına başlayan askeri birlikler aramalarını sürdürürken Kızıldere köyüne ilk giden grubun bağlantılarını kuranların ele geçmesi ve Niksar'daki bağlantı unsurunu açıklaması üzerine bu kişi 29 Mart 1972 günü yakalandı ve çok geçmeden güvenlik güçlerine muhtarın evini değilse de köy civarını tarif etti. Bu arada topçu keşif uçakları kar üzerinde Kızıldere köyüne çıkan yolun başında İngilizlerin aracının tekerlek izlerini tesbit ettiler. Nihayet aynı gün Niksar ilçesi girişinde Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'ın bıraktıkları araba bulunduğu gibi, İstanbul ya da Ankara'ya gitmek yerine geriye Kızıldere'ye dönmeyi daha güvenlikli bulan Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz dönüş yolu üzerinde çevre köylerden ekmek alırlarken kuşku uyandırdılar. Bütün belirtilerin Kızıldere köyü dolayını işaret etmesi üzerine 30 Mart 1972 sabah 05.00'de bilgi edinmek için köy muhtarının evine gelen jandarmalara muhtar önceden hazırladığı ihbar mektubunu vererek arananların evinde kaldığını bildirdi.
       Evin ve köyün sarılması üzerine evde sıkışıp kalan THKP-C üyeleri Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna teslim olmamayı, taleplerine olumlu karşılık verilmez ve üzerlerine ateş açılırsa İngiliz rehineleri, bıraktıkları ültimatomda belirtildiği biçimde öldürerek sonuna kadar çarpışmayı kararlaştırdılar. Evin giriş ve çıkışlarını hububat ve un çuvalları, dolap, yastık ve yataklarla tahkim ederek, evin çatısında delikler açarak çevreyi gözetlemeye başladılar. "Teslim ol" çağrılarını reddettiler. Öğleden sonra saat 14.00 sularında İngilizlerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve polisten oluşan birliklere İngilizleri gösterip konuşturdular. Kısa bir süre sonra içlerinden birinin çatıya çıkması ve görüşme yapılması isteğine uyarak çatıya çıkan Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp görüşmek üzere beklerlerken, ansızın üzerlerine önce tek tek, daha sonra çevredeki makinalı tüfek yuvalarından yaylım ateşi açıldı. Bu ateşin kimin emriyle açıldığı ve neyi amaçlamış olduğu bugün de açıklığa kavuşmuş değildir. Teknisyenleri ve devrimcilerin tümünü uzun bir kuşatmadan sonra sağ olarak yakalamanın askeri olarak mümkün olduğunu konuyla ilgilenen hemen hemen her uzman belirtmiştir.
       Ancak amacın birarada kıstırılmış geniş bir önderliğin bir an önce temizlenmesi olduğu tahmin edilebilir. Kendilerini çatıdaki delikten eve atmayı başarabilen üç kişiden geride kalan Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü. Ardından daha önce alınan karar uyarınca İngilizler öldürüldü. Kerpiçten yapılma evde kendi silahlarının atış menzili dışında kalan güvenlik kuvvetlerinin atışlarına karşı koyamayan, buna karşılık siper aldıkları duvarları delen makinalı tüfek mermileriyle isabet alan devrimcilerden Ömer Ayna gözünden vuruldu. Cihan Alptekin karnından yaralandı. Bir süre sonra ateş kesilip çağrılar yapıldıysa da kendilerini fiilen kurşuna dizmiş olan güçlerle görüşme yapmayı reddeden devrimciler evin sahanlığında toplandılar. Eve yapılacak yeni saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye başladılar. Ancak doğrudan değil, uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet aldı. Bu isabetle tahrip olan bölümde el bombası taşıyanlardan birinin pimi çekilmiş bombası elinden fırlayınca ötekilerin de ortasında patlayan bomba bir dizi patlamaya yol açtı. Evin arkasından sahanlığa girilen ikinci girişi tutmakta olan Ertuğrul Kürkçü dışındakilerin önemli bir bölümü ölürken Ertuğrul Kürkçü evin bitişiğindeki samanlığa geçerek saklandı. Evden gelen silah atışlarının kesilmesi üzerine tarama atışları yaparak eve girenler can çekişmekte olan Saffet Alp'i kurşuna dizdiler. Evdekilerin tam sayısını bilmemeleri ve muhtar Emrullah Arslan'ın verdiği sayıyla ölülerin sayısının uyması üzerine hava kararırken cesetleri de alarak köyden ayrıldılar. Ertuğrul Kürkçü saklandığı yerden çıkamadı.
       Ertesi gün ölülerini almak üzere gelen yakınlarının teşhisleri sırasında Ertuğrul Kürkçü'nün babasının ölenler arasında oğlunun bulunmadığını söylemesi üzerine yeniden yapılan arama sırasında Ertuğrul Kürkçü de yakalandı.
       Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihinde "Kızıldere Katliamı" olarak bilinen olay, gerçekleşmesi ve gelişmesi sürecinde Türkiye'de ve Türkiye dışında büyük tepkilere yol açtı. Ancak yapılan bütün yanlış bilgilendirme, saptırma ve spekülasyonlara karşın devletin bu "katliam"ı savunması ve meşrulaştırabilmesi mümkün olmadı. Halkın vicdanı Kızıldere'de öldürülenlerin yanında yer aldı.
       Ancak, devletin özgül amaçları bakımından "Kızıldere Katliamı" hedeflerine ulaştı. Öncelikle THKP-C'nin önderliğine vurulan ağır darbe, yalnızca bu örgütün değil, sosyalist hareketin 1968'lilerin içinden çıkan önemli bir grup önderinin yokolmasına yol açarken özellikle THKP-C'nin atomize olmasına ve örgütsel olarak dağılmasına neden oldu. Sürekli ve güvenilir bir önderlik yoksunluğu sosyalist hareketin "devrimci" kanadında sonraki on yıl boyunca da esaslı olarak giderilemeyen bir önderlik bunalımına yol açtı.(SA/EÜ)
* Bu yazı Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 'nden alındı. İletişim Yayınları, Cilt 7, sf. 2185-88

 

Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor...

"Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkanına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı."
İstanbul - BİA Haber Merkezi
29 Mart 2008, Cumartesi

   12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar.
       Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı.
bianet Kürkçü’yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştu, ona bugün’den bakınca Kızıldere’yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sordu.
      Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
       Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim "önemli, sorunlu, yasak günler" takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
       Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz. 
       68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
       Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında  karakteristik farklar var. Türkiye’deki durum ile örneğin Kore’deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore’nin bugününe bakarak, Kore’nin 60’lar 70’lerdeki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
       Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizasyonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum. Tabii Türkiye örneğin Almanya’ya göre iktisadi gelişme düzeyi daha geri bir ülke olduğundan bunlar daha hoyratça yollarla yapılıyor. Başka yerlerde daha sofistike yöntemlerle. Ama genelde 1990-2000 arasında kitle mücadelesinde bir düşüş yaşandı.
       Öte yandan şaka değil, Türkiye’de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
       Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamalı. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanlarının her bir anı piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?
       Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.
       Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
       İkinci mesele Siyasi İslamın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
       Aynı şekilde Kürt milli kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında "imiş" gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündeydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.
       Kent yaşamındaki değişiklikler de buna yol açtı. Eskiden zengin ve yoksul aşağı yukarı aynı mahallede yaşıyordu. Şimdi kentler yeniden kurulur, "dönüştürülürken" sınıflar kent arazisi üzerinde tamamen kendilerine ait özel mekanlara yerleşti. Şimdi burjuvazinin nerede yaşadığını bilemezsiniz, evlerinin önünden geçemiyorsunuz. Küreselleşme dünyanın bütün zenginleriyle yoksullarını da küresel olarak ayrıştırdı onlarla mekanda karşı karşıya ilişki de görünmez oldu.
       Görünmemesi imkansız olan tek şey yoksulluğun bütün dünyayı sarıyor olması.
       İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasına yol açıyor.
Sizi Kızıldere’ye götüren güç neydi?
       Engels’in lafını hatırlamak önemli:
       "Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
       Kızıldere’ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yanlış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has’ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayınladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.
       Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere’ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine imkan vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kolları bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı.
       Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
       Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkemesi’nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.
       Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa’da Ankara’dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa’dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
       Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?
       Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz 11 devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu.
       Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye’nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) –Kızıldere’de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye’nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu.
       Biri İşçi Partisi içindeki “devrimci TİP muhalefeti”ne, ikincisi Devrimci Gençlik’e (Dev Genç) dayanıyordu.
       Silahlı kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12 Mart’ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle bire bir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğin büzüşmesine yol açtı.
       Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
       Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler "öncü" darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere’de arkadaşlarımızın yokedilmesi arkasından Denizler’in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C’nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygınbir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
       Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş, Türkiye’ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru cevapları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya’daki Kızıl Tugaylarınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü birhareket olmamız.
       O nedenle 1971-72’deki çıkışın Türkiye Sosyalist hareketinde –THKP-C’nin yanına THKO ve TİKKO’yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin dışına çıkışın imkanlarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını düşünüyorum.
Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
       Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışardan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
       36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yalıtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.
       Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir "komünizm projesi" var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek  bu hayalden bir program çıkarmak.
       Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır…" saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor.
Kendi kişisel mücadelenizle değerlendirince bianet’i nereye koyuyorsunuz?
       Az önce bahsettiğimiz ikna, hegemonya mekanizmaları kitlelerin bilincinin yeniden üretildiği yerde kuruluyor. Bu mekanizmaların işleyişine müdahale edemediğinizde sistematik bir bilgi akışı kurulamıyor. Yaygın medyanın bir dezenformasyon süreci olarak nasıl çalıştığını, nasıl gerçeğin sadece ve ara sıra bir kısmını sunduğunu, insanların gerçeğin geri kalanınıysa tahmin ederek, el yordamıyla, göz kararıyla bulmaya çalıştıklarını, bizi her zaman parçalı bir düşünce yapısına mahkum kılan bir enformasyon yapısının hakimiyeti altında yaşadığımız görüyoruz.
       Bu bütün televizyon istasyonlarını havaya uçurarak önlenemez. Bu kendi iletişim zeminimizin de ortadan kaldırılması olur. Bizim bir karşı iletişim alanı yaratmamız gerekir.
       O nedenle şimdi birlikte yaptığımız işi insanların kendileri ve hayatları hakkında karar verebilmeleri için, gazetecilerin gazeteciliği yeniden kendilerine yaraşır bir meslek gibi kurmaları için giriştiğimiz bir ortak çaba olarak görüyorum... Bu tarz çabalar olmadan bilginin, bilincin yeniden üretimi gerçekleşemeyecek. Egemen bilgiye bir seçenek sunulamayacak. Bunu idrak ettiğim için bu böyle.
       Şu sorulabilir: O kadar iş varken neden bu?
       Kimse yapmayınca mecburen yapıyoruz. Bu işler kısmen yaygın medyadan bir beklentisi olmayan, onla iyi geçinmek için sebebi olmayan, ona geri dönme beklentisi olmayan insanlara düşüyor. Hem hayatımızı sürdürmek hem sürdürürken kendimize yabancılaşmamak, hem de toplumun aktif, değişimden yana tabaklarına uzanan bir bilgi kanalı kurabilmek için yaptığımız bu işle 36 yıl önce yaptıklarım arasında özce bir fark görmüyorum.
       Hayat ne siyasi mücadeleden ne de iletişim hikayesinden ibaret. Sosyal mücadelenin bütün ögelerini birden dönüştürmeye ihtiyacımız apaçık ortada.
       Dolayısıyla bianet’te çalışmak, bianet’ten çıkınca siyasi yayınlarla, sosyalist hareketin kendini yeniden kurması için yapılması gereken işlerle uğraşmak birbirine yabancı değil. Bunların hepsini birbiriyle ilişikilendirmek için de yeni bir iletişim düzeneği oluşturmak çok önemli. Tıpkı grev yapmak, politik parti kurmak, mahalle derneği oluşturmak kadar önemli.
       Bence kapitalizmin hakimiyet ilişkilerine karşı getirilmiş her düzeydeki bütün itirazlar çok devrimcidir ve ancak bunları piyasanın dışında bir iletişim mekanizmasıyla birbirine bağladığımız zaman sonuç alabiliriz. (EZÖ/GG)
***---***---***


Mahir Çayan ve arkadaşları ile rehineler Kızıldere'de nasıl öldürüldü?

03.04.2012 00:00:00 3 yorum
    Sene 1972. 18 Mart'ta, Ertan Saruhan’ın kullanmakta olduğu kamyonla Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna Ünye'ye ulaşırlar. Ahmet Atasoy, Ünye'de aldığı grubu, abisi Mehmet Atasoy’un Fatsa'nın Yapraklı köyündeki evine götürür.
      Bir parantez açmak gerekiyor, tam da bu noktada: Ertan Saruhan’ın, güzergâh boyunca yapılan kontrolleri kendi kimliği ile geçtiği, uzun yıllar evvel Uğur Mumcu tarafından işlenmiş ve kuşkulu bulunmuştu. Konspiratif yaklaşımlar, bu mevzu üzerinden Kızıldere’nin zaten devletçe planlanmış bir senaryo olduğu ve akıbetin bu şekilde organize edilmiş olduğu iddiaları zaman zaman seslendirilmişti.
       “Karadeniz – DEV-GENÇ – THKP-C” denince akla gelen ilk isimlerden biri de, geçtiğimiz aylarda vefat eden “Çörtük İsmet” lakaplı İsmet Öztürk’tür. Mahir'in Karadeniz örgütlenmesi için ilk görüştüğü simalardan biri olan İsmet Öztürk, köy çalışması ya da kaçak olduğu için  Karadenize gelen militanların ilk temas kurduğu mahalli kadrolardan olduğu için ve Maltepe firarı sürecinde görev de verildiği için olayların iç yüzüne vakıf olmasının yanı sıra, Karadeniz kadrosunu, hele de THKP-C’nin Karadeniz sorumlusu Ertan Saruhan’ı hem çok iyi tanımakta, hem de sıkı ilişkisini sürdürmektedir. Ölümünden evvel yayımlanan “THKP-C’den Kurtuluş’a MÜCADELE HAYATIM” isimli siyasi anı kitabının 64. sayfasında bu mesele hakkında şunları yazıyıyor:
       “Benim aranıp aranmadığım belli değildi, ama Ertan serbest dolaşıyordu. Uğur Mumcu’nun köşe yazılarına malzeme olan 'Ertan aranmasına rağmen  polis hüviyetine bakıp serbest bıraktı' safsataları boş kuruntudan başka bir şey değildir. Ertan’ın arandığına dair şüphelerin oluşması, … Mahir’leri Karadeniz'e geçirdikten sonra izini kaybettirmesinden kuşkulanan polisin izini bulmak için sürdürdüğü çabaların sonucu olmuştur.Yani Fatsa’ya geldikten sonra.’’

Kızıldere'ye gitmeye nasıl karar verildi?

       Fatsa'nın Yapraklı köyünde, kararlaştırılan eylemin planı yapılır. Ünye’deki Amerikan radar üssü çalışanları, tesadüf, THKP-C sempatizanı bir avukatın bürosunun da bulunduğu apartmanın üst katında ikamet etmektedirler.
     .Ahmet Atasoy, avukatın bürosuna giderek Mahir’lerin istediği istihbaratı toplayıp, gruba iletir.
      Mehmet Atasoy’un evinde, tamamen yapılacak eyleme odaklanmış bulunan Çayan ve arkadaşlarının, eylemden sonra rehinelerle birlikte gidecekleri güvenilir bir yer bulunması işi de yine Ahmet Atasoy tarafından halledilir. Ne Çayan, ne de  diğerleri o sıralar ne Kızıldere, ne de kalacakları ev hakında bir bilgiye sahiptirler. Ahmet Atasoy, Alevi bir sülaleden gelmektedir. Önce, “Yüncü Hasan” diye anılan Hasan Yılmaz’ı bağ fidesi sattığını bildiği için pazar yerinde bulur. Kazandığından daha fazlasının kendisine verileceğini söyleyerek kalınacak yer bulmasını ister. Kızıldere köyü  muhtarı ve Alevi olan Emrullah Aslan’ın yakını olduğunu söyleyen Yüncü Hasan ile birlikte Emrullah Aslan’la görüşülür. Kızıldere’de öldürülen Nihat Yılmaz’ın kardeşi Abdullah Yılmaz'ın da bulunduğu görüşmede, yetenekli ve vasıflı bir insan olan Ahmet Atasoy, Emrullah Aslan’ı şu sözlerle ikna eder:
       “Maltepe Cezaevi'ni yarıp geçen arkadaşlardan dört kişiyi buraya getireceğiz. Bunlar Alevidir. Bunları saklamak bizim görevimizdir. Sen de görevini yapmalısın. Bunlar yiğit insanlardır, doğru insanlardır, namuslu insanlardır. Kayseri’de Hıdır diye biri var, Hüseyin İnan’ın babası.” ( THKP-C ve KIZILDERE – KORAY DÜZGÖREN, s.31).
       Böylece kalınacak ev meselesi de hallolur. Köyün “Kızıldere” olan adı ile garip bir tesadüf eseri, olayın özü denk düşecektir!

'Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi!'

       Eylem timi Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Hüdai Arıkan olarak belirlenir. Eyleme katılmaması kararlaştırılan Saffet Alp, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, 23 Mart günü Sabahattin Kurt’un kalmakta olduğu Fatsa, Nurettin köyündeki Hüseyin Gümüş’ün evine getirilir. Evdeki bir sohbet sırasında Hüseyin Gümüş, sorar:
       “Sabahattin ne dersin, devrimi görebilecek miyiz?‘’
       Sabahattin Kurt’un cevabı şimdi bile yürek sızlatıyor; “Ne devrimi görmesi, altı ay yaşarsak iyi...”
       24 Mart günü, Ömer Ayna, Yüncü Hasan, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp, şoförlüğünü Mehmet Bayrak’ın yaptığı araçla uaştıkları Niksar'ın Reis köyünde araçtan inerler.
       Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp, Yüncü Hasan tarafından Kızıldere’ye getirilir. Vakit sabaha karşı olduğundan, eve girmek mahzurlu görülür ve gün boyu köy dışında havanın kararması beklenir. Hava kararınca da muhtarın evine girilir.

'T.C Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine...'

       25 Mart 1972 tarihli, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu, ve Hükümetine” başlığını taşıyan bildiri ile eylemciler isteklerini şu şekilde sıralayarak dünya ve Türkiye kamuoyuna ilan ederler:
1 – İnfazlar derhal durdurulacak,
2 – Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.
3 Ençok kırk sekiz saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

Ve Ünye'de teknisyenler kaçırılıyor

       26 Mart 1972 günü Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Hüdai Arıkan Charles Turner, Gordon Banner ve John Stuart Law’ı rehine alırlar. Grup, dışarıda İngiliz teknisyenlere ait Land-Rover'a Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz ile birlikte binerek Niksar’a doğru hareket eder. Aracı Nihat Yılmaz kullanmaktadır. Eylem başlamadan Ünye’ye gelmiş olan (Çörtük) İsmet Öztürk, ilk etapta zaman kazanılması için gerekli gördükleri kurum ve kişilerin telefon hatlarını kesmiştir.
       27 Mart'ta apartmana gelen müstahdem evdeki diğer İngilizleri elleri bağlı, ağızları flasterli vaziyette bulunca olay açığa çıkar.
       27 Mart saat 01:30 sıralarında Kızıldere eteklerine gelen Mahir Çayan, arkadaşları ve rehineler araçtan inerler. Ahmet Atasoy kılavuzluğunda yürüyerek Kızıldere’ye varılır, ancak günün ışımış olması nedeniyle muhtarın evine girilmez, bir ağılda akşamın olması beklenir. Gece geç saatte ekip eve girer.
       Bütün bunlar olurken, istihbarat güçleri, özellikle de Mehmet Eymür ve Hiram Abas hiçbir açığı kaçırmadan iz sürerken Mahir’lerin Karadeniz'e geçtiklerini öğrenirler. Ziya Yılmaz’ın Fatsa’lı olması akıllarına gelir sorguyu yapan Eymür ve ekibinin. Fatsa’ya odaklanırlar ve sorgulamalar akabinde hemen tutuklamalar başlar.

Arkadaşlarının yanına dönüp öldüler

       Mahir Çayan, Kızıldere yöresine geldiklerinde Land-Rover'dan inerken aracı kullanan Nihat Yılmaz ile yanındaki Ertan Saruhan’a aracı uzak bir yere bırakarak Ankara, İstanbul’a gitmelerini, izlerini kaybettirmelerini ve bu tarihsel eylemi gelecek kuşaklara anlatmalarını ister. Jipi en uzak noktaya götürüp terk eden Saruhan ve Yılmaz, 28 Mart 1972 günü, bugün anlaşılması, algılanması ve izahı güç bir duygudaşlık ve cesaretle son derece zor koşullarda, saatlerce yürüyerek, sora sora Kızıldere’ye dönerler. Ve iki gün sonra cenazelerinin çıkacağı o meşum evde yoldaşlarının yanına yerleşirler.
      Hem ihtiyaçları karşılaması, hem de etrafı bir kolaçan etmesi için 28 Mart'ta Tokat’ın Niksar ilçesine gönderilen muhtar, askeri birliklerin ve sıkı önlemlerin boyutunu evdeki konuklarına aktarır. Mahir Çayan ve arkadaşları artık kendilerine doğru adım adım yaklaşıldığını tahmin ederler.
      Peşpeşe tutuklamalar ve sorgulamalar sonucu özellikle Yüncü Hasan’dan alınan bilgilerle Kızıldere tespit edilir. 29 Mart gecesi saat 23:00 sıralarında Yüncü Hasan  güvenlik güçleriyle Kızıldere’ye getirilir. Muhtar Emrullah Aslan’ın (Koray Düzgören – THKP-C ve Kızıldere,  s. 111 ) anlatımından öğreniyoruz ki, Mahir Çayan ve arkadaşları Yüncü Hasan’ın ele geçtiğini ve kendilerine doğru yaklaşıldığını ellerindeki telsizden zaten öğrenirler.
       Hasan Yılmaz’ın oyalayıcı tutumu üzerine  Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy ile Astsubay Başçavuş İsmail Hakkı Topaloğlu 30 Mart 1972 tarihinde köyün muhtarı ile görüşmek üzere eve gelirler. Ama henüz Mahir'lerin o evde oldukları bilgisine sahip değillerdir, muhtardan bilgi almak amacıyla gelinmektedir.

Askeri Savcı'nın iddianamesinden Kızıldere

       Şimdi Kızıldere trajedisinin, askeri savcı Albay Naci Gür tarafından hazırlanan iddianamedeki anlatımına bakabiliriz:
       Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy ile Jandarma Astsubay başçavuş İsmail Hakkı Topaloğlu’nun  eve doğru yaklaştığını gören nöbetçi eylemci, durumu arkadaşlarına ve muhtara bildirmiş; eylemcilerce Emrullah Aslan, görevlilerin gelişlerinin gerçek sebebini öğrenmek ve zaman kazanmak  amacıyla onları dışarıda karşılaması için gönderilmiş; ancak durumun vehamet arz ettiğini, köyün güvenlik kuvvetlerince sarıldığını öğrenen muhtar Emrullah Aslan kendisini sorumluluktan beri kılmak için daha önce hazırladığı bir mektubu görevlilere vererek anarşistlerin ve kaçırılan üç İngiliz’in evinde bulunduğunu beyan etmiştir. Emrullah Aslan’ın güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınmasını müteakip evdeki ailesi mensubu da dışarı çıkmıştır.
       Durumun… J. Alb. Kadri Sönmez’e bildirilmesi üzerine komando taburunca köy çevrilmiş; anarşistlerle üç İngiliz’in bulunduğu ev civarı da görevli kılınan timlerce abluka altına alınmıştır.
       30 Mart 1972 günü sabahı Kızıldere köyüne gelen Harekât komutanı J. Alb. Sezai Durukan (…) komutayı almış; öncelikle ev yakınına kadar emniyet müfrezelerini ve dinleme postalarını görevlendirdikten sonra Mahir Çayan ve arkadaşlarına megafonla teslim olmalarını… adalete teslim edileceklerini… İngilizlerin Türkiye’de misafir bulunduklarını, onların öldürülmemesini, bu İngilizlerin öldürülmelerinin Türk milletini güç durumda bırakacağını, İngilizleri göstermelerini birçok kerre  ihtar ve ikaz etmiştir. Buna karşılık Mahir Çayan ve arkadaşları teslim olmayacaklarını, buraya ölmek ve öldürmek için geldiklerini, bunda kararlı olduklarını, şartları yerine getirilmediği takdirde çarpışaklarını ve İngilizleri öldüreceklerini belirterek silahlı kuvvetler ve komutanlarına hakaret teşkil eden sözlerle karşılık vermeğe devam etmişlerdir. Eylemciler evin sarılmasından sonra çatı kiremitlerini yer yer açarak dışarıyı daha iyi görebilecek bir durum sağlamışlar; dışa karşı isabetli atışı temin etmek üzere bina duvarında da mazgal delikleri açmışlar; ayrıca evin kapı ve pencereleri arkasına eşyaları yığarak tahkimat yapmışlardır.
       Yapılan müteaddit ihtarlardan sonra üç İngiliz… görevlilere gösterilmiş; güvenlik kuvvetlerince, kaçırılan üç İngilizin de evde bulunduğu kesinlikle öğrenilmiştir.
       Saat 12:00 sıralarında güvenlik kuvvetlerince megafonla eylemcilere hitaben: “İçinizde hiçbir eyleme katılmamış şahıslar var, teslim olmak onların menfaatleri icabıdır. Adalete teslim olun ve İngilizleri öldürmeyin’’ şeklinde ihtarda bulunulmuş; bunun üzerine Mahir Çayan arkadaşlarını toplayarak “bu olay Sibel Erkan olayının daha yüksek seviyedeki tekrarıdır. Sibel olayı sırasında Hüseyin Cevahir, çok yiğit bir arkadaşımız olmasına rağmen bu kabil ihtarlar karşısında teslim olmak istemişti. Oysa bu onun bir zayıflığının ifadesiydi” demek suretiyle arkadaşlarının hislerine hitapta bulunmuş; bunun üzerine müştereken yapılan konuşmada teslim olunmaması ve İngilizlerin öldürülmesi hususunda tekrar tam bir anlaşmaya varılmıştır.
       Saat 14:00 sıralarında evde eylemcilerce güvenlik kuvvetlerine seri atışlar yapılmağa başlanmış; dıştan da görevli erlerce ev saçak kısmına 3-4 el ikaz atışı yapılması üzerine  harekât komutanı J. Alb. Sezai Durukan İngilizleri sağ olarak kurtarmak ve eylemcileri de sağ olarak ele geçirmek amacını güttüğünden derhal emrindeki birliğe ateş kesmesi emrini vermiştir.
       Bu arada Mahir Çayan’ın verdiği talimat  veçhile hareket eden eylemciler, elleri arkadan bağlı vaziyette tutulan Charles Turner, Gordon Banner ve John Stuart Law’ı tabanca ile müteaddit atış yapmak suretiyle öldürmüşler; güvenlik kuvvetlerince evden boğuk silah sesleri geldiğinin duyulması üzerine dinleyici postaları çağırılıp sorulduğunda tabanca ile atış yapıldığı kesinlikle öğrenildiğinden eylemciler tarafından İngiliz teknisyenlerinin öldürüldüğü anlaşılmıştır.
       Bütün buna rağmen eylemcilere saat 15:45’e kadar devamlı olarak İngilizleri göstermeleri ve teslim olmaları, aksi halde güvenlik kuvvetlerinin kanuni yetkilerini kullanacakları ve atışlarına atışla karşılık verileceği ihtar edilmesine rağmen müspet bir cevap alınamamış; aksine küfür ve silah atışı ile mukabele edilmiştir. Saat 16:00 sıralarında içerden el bombası atılmağa ve arkasından da silah atışı yapılmağa başlanmış, bu zorunlu durum karşısında güvenlik kuvvetleri de… mukabil atışta bulunmuştur. Bu müsademe sırasında evden Çayan vuruldu diye bir ses duyulmasına rağmen içeriden silah ve bomba atışına devam edilmiş; bu sırada ev içinde eylemcilere ait el bombalarının patladığı işitilmiştir.
       İngiliz teknisyenlerinin öldürüldüğünün kesinlikle öğrenilmesi, müteaddit ihtarlara rağmen eylemcilerce atışa devam edilmesi karşısında harekât komutanlığınca teşkil edilen tim, göz yaşartıcı ve sis bombası kullanarak eve girmeğe muvaffak olduğunda evde bulunan Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve  Nihat Yılmaz’ın ölmüş oldukları; İngiliz teknisyeni Charles Turner, Gordon Banner, ve John Stuart Law'un ise eylemcilerce öldürüldüğü, cesetlerinin soğumuş olduğu, kolları arkadan bağlı ve sırtüstü bir şekilde ev holünde bulundukları tespit edilmiştir.
       Sanık Ertuğrul Kürkçü ise arkadaşlarındaki savunma el bombalarının patlaması bu sebeple birçoğunun ölmesi ve yaralanmasından sonra beraberine Mısır yapısı 9 mm çaplı 13746 numaralı otomatik tabanca, 61 adet aynı çaplı mermi ve 1 adet fünyeyi alıp ev alt katındaki samanlığa kaçarak samanlar arasına saklanmış; ele geçirilen sanıklar arasında Eruğrul Kürkçü’nün bulunmadığı tespit edildikten sonra 31 Mart 1972 günü aynı evde arama yapıldığında adı geçen sanık gizlendiği samanlıkta taşıdığı silah, mermi ve fünye ile ele geçmiştir.”

12 Mart ve Türün kardeşlerin icraatı

       Albay savcı Naci Gür’ün iddianamesinde vaka böyle anlatılıyor.
       Bu noktada atlanmaması gereken önemli bir detay var. 12 Mart muhtırasından sonra Demirel hükümetinin istifasının ardından 26 Mart'ta  CHP’den bu görev için istifa etmiş bulunan Prof. Nihat Erim tarafından kurulan hükümet, 27 Nisan'da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’ü getirir. Faik Türün’le birlikte muazzam bir tevkifat dalgası ülkeyi ve İstanbul’u sarar. 12 Mart sürecinde tüm toplantılara iştirak etmiş ve sürecin önemli isimlerinden biri olan General Celil Gürkan, Hava Kuvvetleri Komutanı ve 12 Mart'ın mimarı Muhsin Batur’un son dakika çalımıyla emekliye sevk edildikten hemen sonra, bir Faik Türün eseri olan Ziverbey Köşkü denilen işkencehaneye getirilerek 6 gün misafir !? Edilir. Bu Ziverbey Köşkü'nden geçmeyen aydın-demokrat kalmamıştır neredeyse.
       Faik Türün’ün kardeşi Tevfik Türüng de (iki kardeşin soyadları farklı geçiyor M.B) Ankara Merkez Komutanlığı'nda abisi ile aynı misyonu yerine getirmektedir. 1971-72 döneminin, devrimciler açısından bu denli kanlı ve ölümlerle geçmesinde bu iki isme sık raslanır.
       İlk gün verdiğimiz kronolojide ismini andığımız Koray Doğan’ın babası subaydır. Tevfik Türüng'ün tanışıyor olduğu Koray Doğan'ın babası ile görüşmek için evlerine gelir ve çok açık bir şekilde 24 saatte teslim olmazsa Koray Doğan'ın başına kötü şeylerin geleceğini açıkça söyler. Aile Koray’a ulaşamadan, Koray ertesi gün vurularak öldürülür! Faik ve Tevfik Türün kardeşlerin görev ifasında benzeri olayların sık vuku bulduğu biliniyor.
       İşte, THKP-C iddianamesini hazırlayan bu savcı albay Naci Gür’ün, Faik Türün’e yakın isimlerden olduğu söylenegelmiştir ki, bunda hakikat payı olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek.
       İddianamede ve dönemin gazetelerinde “üç İngiliz” olarak geçen teknisyenlerden Charles Turner (1926) ve Gordon Banner'ın (1937) İngiliz, John Stuart Law'un (1946) ise Kanadalı olduğu notunu düşerek bugünkü bölümü noktalayalım.

Tanık anlatımlarıyla Kızıldere iddianamesindeki yalanlar...

04.04.2012 00:00:00 4 yorum

    1972 yılında 5 yılı hücrede 14 yıl sürecek hapis hayatına başlayan Ertuğrul Kürkçü, 1978 yılında Niğde Cezaevi'nde iken Uğur Mumcu  ile yaptığı görüşmede Kızıldere olayını detaylı olarak anlatmıştı. Önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika olarak çıkan Niğde Cezaevi'ndeki diğer tutuklular ile de yapılan görüşme  ÇIKMAZ SOKAK adında kitap olarak da yayımlandı.
       1986 yılında cezaevinden tahliye olan Ertuğrul Kürkçü, on yıllardır, defalarca Kızıldere olayı, o evden nasıl sağ kurtulduğu ve olay sırasında orada bulunmamış insanların yaptığı yorumlu ve imalı sorularına takdire şayan bir  sabırla cevap verdi; sabır sınırları fütursuzca, saygısızca zorlansa da.
       Kürkçü’nün  çeşitli yerlerde de yayımlanmış olan Kızıldere vakası hakkındaki anlatımlarından, savcılık ifadesindeki metin de dahil, tamamına başvuracağız, en ufak bir ayrıntıyı bile atlamamak için. Bize yapılan sözel anlatımlarına da yeri geldikçe değineceğiz.
       Ama önce askeri savcı albay Naci Gür’ün dün yansıttığımız iddianamesindeki iddialarına  dikkat çekmek istiyoruz. Bu iddianame, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi'ni (THKP-C) olduğundan çok daha komplike , tüm birimleri tekmil olmuş, seksiyonları, raporlamaları, iç iletişimi, organların dinamik işleyişi vs ile neredeyse bir RSDİP  tasviri yapmış. Buradaki amaç, idam talebi için mesnet yaratmaktır. Unutulmamalıdır ki THKP-C 1970 yılında kurulmuş, öncesi bulunmayan, bir geleneğin devamcısı olmayan ve nihayetinde 20-25 yaş arasındaki genç insanların kurduğu, yönettiği ve militanlığını yaptığı bir örgüttür.  İddianamenin bir numaralı sanığı da Ertuğrul Kürkçü’dür.
       Ertuğrul Kürkçü'nun idam hevesini kursağında bıraktığı tek isim savcı albay Naci Gür değildir. Deniz’lerin idam kararının alındığı sıkıyönetim mahkemesinin başkanı Ali Elverdi Paşa da Kürkçü’nün idam edilmemiş olmasını “adli bir hata” olarak yorumlamış ve “İdam edilmeliydi”  diyebilmiştir. Elverdi, malum, yediği lokmanın nefes borusuna kaçması sonucu tam iki yıl önce evinde boğularak ölmüştür.
       Kırk yıl sonra olgular, belgeler, kanıtlar ışığında savcı ve idamı istenen davanın bir numaralı sanığı hakkında ince eleyip sık dokuyarak sonuca ulaşmaya çalışıyoruz.

İDDİANAMEDEKİ KURGU VE KIZILDERE GERÇEĞİ

      İddianamenin iddialarına yakından bakalım.
      1 - Mahir Çayan'ın teslim olun çağrılarına karşı “Ölmeye öldürmeye geldik değil”, ‘’Buraya dönmeye değil ölmeye geldik’’, diye cevap verdiği, hem Ertuğrul Kürkçü, hem de köylülerin ifadelerinde açıkça bellidir. Olayı izlemekte olan Kızıldere Muhtarı Emrullah Aslan 1988 yılında şunları anlatmıştır:
“Mahir dedi ki ‘Mehmetçikler, sizi bizim üstümüze gönderiyorlar… Siz nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz. Siperlerinizi almamışsınız. Biz size kurşun atmayız.'
Kiremitleri attı. 'Mehmetçiklerin arkasına saklanmayın faşist köpekler. İleri siz gelin’ dedi.” ( Koray Düzgören THKP-C ve KIZILDERE, s. 112 )
      2 - Saat 30 Mart 1972'de saat 14:00 sıralarında “evden eylemcilerce güvenlik kuvvetlerine seri atışlar yapılmağa başlanmış” ifadesi de gerçek dışıdır. İlkin, dışarıdan eve doğru üç el  ateş edilmiş, ardından seri olarak ateşlenen G3 piyade tüfeği mermileri sağanak halinde, toprak-kerpiç evi kalbura çevirmiştir. Bu konuyu hem Ertuğrul Kürkçü’nün, hem de muhtarın beyanlarında göreceğiz. Muhtar Aslan, aynı yerde, gördüklerini şöyle anlatıyor:
       “Her taraf yıkıktı. Kurşun deliği, roket bütün duvarları almıştı… Samanlığa roket attılar. Ama yıktı geçti öbür tarafa… ne bir roketi, ne iki roketi… Bütün roket. Öbür odada görmüşsündür şarapnel parçalarını. Bu iki odanın arasında beton duvar var. Bu betonu öylece indirmişler aşağı. Evde hiçbir oturacak hal filan yoktu.”
      3 - İddianamedeki “Görevli erlerce evin saçak kısmına 3-4 el ateş edilmesi üzerine operasyonu yöneten komutanın (rehine) İngiliz’leri sağ kurtarma amacı güdüldüğünden, ateş kesilmesini emrettiği” de doğru değildir. İlk atış ve makineli tüfek seri taramaları sırasında evde ilkin çatıda bulunan Mahir Çayan vurulur. Ateşin kesilmesi ise posta erlerin yakın dinleme sırasında Çayan'ın vurulduğunu koşarak komutanlarına bildirmesi üzerine olmuştur. Çünkü Çayan'ın düşürülmesinden sonra grubun başsız kalıp, kaos yaşayacakları ve birbirlerine düşüp eylemin sonunun getirileceğinin düşünüldüğü savı çok yerinde ve isabetlidir. İlk andan itibaren sürekli Mahir’ Çayan'ın kollandığı, özellikle Mahir’e yönelik kışkırtıcı laflar atıldığı ve hep menzilde, hedefte tutulmasının hesaplandığı biliniyor. Hesap ilkin tuttu, en önce Mahir Çayan öldürüldü, ama hesabın ikinci faslı tutmadı, THKP-C'liler, teslim olmayıp sonuna kadar direnme kararı aldılar. Hem iddianame, hem de Ertuğrul Kürkçü’nün açıklamaları bu yöndedir.

Yaralı Saffet Alp'in alnına ateş edildi

      4 - “Harekât komutanlığınca teşkil edilen tim, göz yaşartıcı ve sis bombası kullanarak eve girmeğe muvaffak olduğunda evde bulunan Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt  ve  Nihat Yılmaz’ın ölmüş oldukları; İngiliz teknisyen Charles Burner, Gordon Banner ve (Kanadalı) John Stuart Law'un ise eylemcilerce öldürüldüğü” ifadesinde şu husus yanlıştır ki; Nihat Erim’in anılarındaki ikrarı ve aşağıda okuyacağınız hükümet tabibinin belirttiği gibi Saffet Alp, tim eve girdiğinde ölü vaziyette değildir. Yaralanmıştır, ama sağdır. Evin kapısından dışarı çık(artıl)mış, bir subay tarafından alnına sıkılan tek kurşunla öldürülmüştür. Bu olaya yakından tanık olan bir er çıldırarak akli dengesini yitirince apar topar terhis edilerek memleketi Kayseri Bünyan’a yollanmıştır. Bu olayın bugüne kadar üstüne gidilmemiş olması ve o erin bulunup görüşülmemiş olması ise, gazetecilik açısından manidardır. Anlatacağı çok önemli bir tanıklığa dayalı enstantaneler, Kızıldere’nin puslu kalan yanlarından birinin netleşmesini sağlayacaktır. Hükümet tabibi Dr. Şehsuvar Savuran, şunları söylüyor (THKP-C ve KIZILDERE / Koray Düzgören, s. 138 -140 )
       “Damın üzerinde bir kapı var dikkat ettiyseniz. Altında hayvanlar filan var. İşte orada, damın üzerinde bir ceset vardı. Dışarıda kapının dışında… Kapı parçalanmış. İçeri girdik ve hemen dışarı çıktık. İçeri sis bombası mı, göz yaşartıcı bomba mı atmışlar , neyse, çok duman var.
       Şimdi konu şu: İçeride o kapının arkasına yığılmış o şeyler, kepek gibi bir şeyler vardı orada. Alabildiğine bir toz. Neden olduğunu bilemeyeceğim ama orda bir şeyin patlamış olması lazım ki ortalığı öyle darmadağın etsin. Balistik bir tecrübemiz yok ama mesela bir  İngiliz’in ayağı kırılmış. Bacağından bir parçayı olduğu gibi almış götürmüş. Bu küçük bir merminin yapacağı iş değildir. Birisinin beyni parçalanmıştı. Onu tanımak mümkün değildi. (Buraya, daha sonra dönmek üzere bir Sabahattin Kurt mimi koyalım-MB )
Koray Düzgören: Kapının önünde bir cesetten sözettiniz de… O oraya kendi mi çıkmıştı?
Dr. Savuran: Kendisi çıkmış. Yaralandıktan sonra kendini dışarı atmış. Adı da şeydi. Hani harp okulundan… Saffet
       Bunun dışında Ertuğrul Kürkçü de, kendisini yakalayan başçavuşun Saffet Alp’in yaralı ama sağ ele geçtiğini ve evin dışında  alnına sıkılan kurşunla infaz edildiğini söylediğini birkaç kez anlatmıştır.

Rehineler nasıl öldü?

      5 - Ünye'deki ABD'nin radar üssünden kaçırılan iki İngiliz, bir Kanadalı rehineyi sağ kurtarma diye bir düşüncenin olduğu da inandırıcı değil. Çünkü biliyoruz ki, İngiliz hükümeti, yaptığı açıklamada, rehine durumundaki vatandaşları için özel bir isteklerinin bulunmadığını deklare etmiştir. Bu durum, timin, hedef gözetmeksizin pencerelerden, kapıdan içeriye kurşun yağdırarak eve girmesine dayanak teşkil etmiştir. İngiliz hükümetinin “vatandaşlarımızı sağ istiyoruz’’ şeklinde bir talebi olsa idi, bu olay, biliyoruz ki böylesine kanlı sonuçlanmazdı. Ayrıca rehinelerin vücutlarında G3 piyade makineli tüfek mermilerinin çıktığı otopsi kayıtlarına geçmiştir. Bunun dışında, operasyonun hemen bir saat sonrasında eve gelen hükümet tabibi Dr. Şehsuvar Savuran, Koray Düzgören’e verdiği ve aynı kitapta yer alan mülakatında şu gözlemlerini aktarmıştır:
       Düzgören: Şimdi İngilizleri buldunuz. Üçü yan yanaydı ve anlaşıldığı kadarı ile dışardan gelen ateşten korunmak için oraya konulmuştu. Ötekilerse zaten odaları terk etmişlerdi. Koridordaydılar sanıyorum. Peki İngilizleri o zayıf ışıkta da olsa bir incelediniz mi?
       Dr. Savuran: İngilizlerin bütün mermi giriş çıkışlarının hepsini tespit ettik tabii tutanakta… Orda otopsi yapamayacağımız için sabah saat dörtte cesetlerin hepsini aldık geldik. Kağnı arabalarına koyduk. Aşağıdaki araçlara kadar kağnı arabasıyla getirildi… İngilizlerin orada gördüğüm zaman birisinin bacağının bir bölümünü 5’e 6 ya da 6’ya 6 ebadında bir bölümünü şarapnelin alıp götürdüğünü anladım. Fakat hiçbir kanama yok. Eğer canlıyken o şarapnel isabet etmiş olsa kanama yapar. Onun dışında bazı mermi delikleri de vardı. O mermi girişlerinden bazılarında da kanama yoktu. Ama kanama özellikle yukarıdan atılan mermi girişlerinde olmuş. Bu yukarıdan atılan mermilerin deliklerinde kanama vardı.

       Düzgören: Nereden atılmış olabilir bu mermiler?

       Dr. Savuran: Ya yukarıdaki delikten ya da merdivenden atılmıştır… Şimdi İngilizlerdeki ölü katılığı diğerlerinden daha fazlaydı. Kollarını oynatamaz olmuştuk. Oysa diğerleri daha yumuşaktı. Tahminen aralarında bir saat filan zaman farkı olabilir. İngilizlerin daha önce öldüğü kanaati var. Ama onlar öldürdü, ama başkaları…
       Bu son cümle üzerinde uzun uzun düşünmeye değer.

Sağ kurtulan tek kişi Kürkçü değildi

     6 - Onyıllardır, izanla, hiçbir etik değerle bağdaşmamasına rağmen, ısrarla, o cehennemden Ertuğrul Kürkçü’nün nasıl sağ kurtulduğu, bıkmadan sorulagelmiştir. Görülmektedir ki o evden sağ çıkan sadece Ertuğrul Kürkçü değil; Saffet Alp de yaralı ama sağ çıkabilmiştir. Savaş koşullarında bile yapılmayacak bir şekilde 23 yaşındaki bu gencecik insan alnına sıkılan kurşunla infaz edilmese idi, Ertuğrul Kürkçü’ye sual eden koro herhalde Saffet Alp’e de soracaktı, nasıl kurtuldunuz diye. İşin garibi bu ülkenin sağı çoktan bu olayı unuttu, bu soruları sormaz oldu, ama sol içerisinde kendini tanımlayan bazı çevrelerin hâlâ aynı soru ve imaları artık en azında iyi niyet taşımamaktadır.
      Ayrıca izansızlıktan kastım şudur: 2011 yılında gittiğim Kızıldere’de evi dışarıdan ve çeşitli açılardan dolanarak bakındım. Altı üstü 200-250 metrekarelik bir köy evi. Bu ev dışarıdan kuşatılmış. Havan, roketatar ve makineli tüfek atışları yapılıyor. Hangi silah teknolojisinde vardır; atılan roket, havan ya da makineli tüfek mermilerine “Ertuğrul Kürkçü’ye isabet etme ama öbürlerini kalbura çevir, Saffet Alp’e de isabet et ama öldürme” komutu verilecek.

Özel Kuvvetler, MİT, CIA operasyonu

     7 - Her ayrıntıyı büyüteçle tarayan savcı albay Naci Gür, operasyonun Özel Harp Kuvvetleri -MİT ve CIA ajanlarıyla birlikte yapıldığını görememiş, ama Kenan Evren yıllar sonra yayımlanan hatıralarında Kızıldere oprasyonunu Özel Harp Dairesi tarafından yapıldığını yazmıştır. Bunun terminolojideki bilinen karşılığı kontr-gerilla. MİT, Jandarma, hatta kontr – gerilla tamam da…CIA ajanlarının Kızıldere’de ne işlerinin olduğu, ne zaman ülkeye geldikleri, nasıl geldikleri, hangi kimliklerle ülkeye giriş yaptıkları, kimlerle görüşüp istişarelerde bulundukları, nasıl çekip gittikleri, Kızıldere olayındaki rol ve fonksiyonları bir sır olarak durmaktadır.
     8 - Kızıldere olayında Mahir Çayan'ın ölümü konusunda da garip bir itiraz ve iddia var. Çayan'ın köyün içindeki evlere konuşlanmış olan keskin nişancı atışı ile vurulduğu yazılır, söylenir oldu. Şimdi bu iddialara inanmamız için bir neden yok, ama önderi, arkadaşı, yoldaşı yanında vurularak öldürülen Ertuğrul Kürkçü’nin Çayan'ın makineli tüfek atışı esnasında isabet aldığını söylemesine inanmamız için nedenler ortada. Mahir, keskin nişancı ile vurulmuş olsa ne değişir, makineli tüfek atışı ile vurulmuş olsa ne değişir; Ertuğrul Kürkçü için olayın vuku bulmasını öyle değil de öbür türlü söylemesi neyi değiştirir? Kürkçü yaşadığını söylüyor, orada bulunmayan, hatta belki hayatında eve bile gitmemiş olan birileri de kalkıp yok öyle değil böyle oldu, diyebiliyor.
       Savcı Albay Naci Gür’ün iddianamede öne sürdükleriyle ayrıntılı meşgul olunca, Ertuğrul Kürkçü’nün Kızıldere olayını anlatımı yarına kaldı.
Kızıldere Katliamı Fotoğraf Kareleri
***---***---***


2 Temmuz 1993 Sivas katliamı




Administrator tarafından yazıldı   
Cumartesi, 06 Aralık 2008 09:19
      2 Temmuz Cuma günü, saat 13.30’da saldırı başlatıldı. Değişik camilerden akın akın insan, şenlik yapılan Kültür Merkezinin önünde toplandılar; taş ve sopalarla Kültür Merkezine saldırdılar.
      “Sivas laiklere mezar olacak, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak, Şeriat gelecek, batıl zail olacak“ sloganları atan gruplar, Kültür Merkezi’nde bulunan 1500 kişinin üzerine saldırır. Ancak, etkinlikleri izlemekte olanların direnişleriyle karşılaşan ve sayıca görece az olan saldırganlar, geri çekilmek zorunda kalır. Saldırganlara sürekli olarak yeni katılımlar olmaktadır. Çeşitli camilerden çıkanlar, koşarak saldırganlara katılmaktadır. Kalabalık gruplar, Kültür Merkezi’ne bir kez daha saldırırlar. İzleyiciler ve görevliler bir yandan saldırıya karşı barikat kurarak direniyor; öte yandan da içerideki insanları boşaltmaya ve arabalarla başka yerlere göndermeye çalışıyorlardı. Olay yerinde yeteri sayıda güvenlik gücü yoktu. Olanlar da saldırıyı engelleyecek güçte değillerdi. Kültür Merkezi’nin camları, kapıları ve pencereleri yerle bir edilmişti.
      Nihayet, Kültür Merkezi boşaltıldı ve saldırıya uğrayanlar güvenli bölgelere gönderildi. Bu arada, yeni katılımlarla saldırganların sayısı onbine yaklaşmıştı. Gözlerini kan bürümüştü ve dişlerini gıcırdatarak parçalayarak insan arıyorlardı. Saldırgan kitle, isteğine ulaşamamanın verdiği hırsla Kültür Merkezi’nden Valiliğe yöneldi.
      Valilik önünde toplanan binlerce saldırgan, “Şerefsiz vali istifa, Sivas size mezar olacak, Şeriat gelecek, zulüm bitecek, Yaşaşın şeriat, Muhammed’in ordusu kafirlerin korkusu, Yaşasın Hizbullah, kahrolsun laiklik, şeriat isteriz...” sloganlarıyla binayı taşa tuttular...
      Saldırganların bir kolu, yeni dikilen “Halk Ozanları Heykeli”ne yöneldi. Heykeli kazma ve balyozla parçalayarak sürüklemeye başladılar. Bu arada, kimi saldırganların dişlerini heykele geçirmeye çalıştığı görülüyordu. Diğer bir grup da, Kongre Müzesinin yanında bulunan Atatürk heykeline saldırdı, yere düşürdükleri Atatürk heykelini de sürüklemeye başladılar. Saldırganların sayısı giderek 15 bine yaklaşmıştı. Şeriat istemlerini ve sloganlarını haykırarak etkinlik konuklarının kaldığı Madımak Oteli’ne yöneldiler. Otelde, kent dışından gelmiş ve çoğunluğu yazar, ozan ve sanatçı yaklaşık 150 kişi bulunuyordu. Saldırı üzerine, güvenliğin daha kolay sağlanacağı düşüncesiyle otele gelmiş insanlar tedirgin oldular. Otelin önünde az sayıda polis vardı ve saldırganlara, “Dağılın, yapmayın” demekten öte bir müdahalede bulunacak gibi görünmüyorlardı.
      Otelde bulunanlar, tehlikenin ayırdında idiler. Telefonla Sivas Valisi’ni, Emniyet Müdürünü ve diğer yetkilileri arayarak önlemlerin artırılmasını istediler. Bununla da yetinmediler, telefonla Ankara’da bulunan Başbakanı, Başbakan Yardımcısını, İçişleri Bakanı’nı, parti liderlerini ve milletvekillerini aradılar. Oteldekiler arasında olan halk ozanı, 1987-1991 dönemi SHP milletvekilli Arif Sağ da, telefon başından ayrılmıyor, Ankara’da SHP milletvekili Cevdet Selvi’yi, Bakan Seyfi Oktay’ı, İstanbul eski belediye başkanı Nurettin Sözen’ i arayarak saldırının korkunçluğunu anlatıyor, bir an önce önlem alınmasını istiyordu. Otelde bulunan Aziz Nesin de Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve Çalışma Bakanı Mehmet Moğoltay’la görüşerek can güvenliklerinin sağlanmasını istedi. Ulaşılan her yetkili, “Korkmayın, her türlü önlem alınmıştır” yanıtını veriyorlardı.
      Saldırganların amacını sezinleyen Sivas Valisi Ahmet Karabilgin de saat 14.30’da Başbakanı ve İçişleri Bakanı’nı telefonla arayarak bilgi vermiştir. Saldırının giderek bir katliama dönüşeceğini gören Sivas Valisi, çok tedirgin olur ve Ankara’yla telefon irtibatını hiç kesmez. Saat 14.40’da yeniden İçişleri Bakanı’nı ve müşteşarını arar, saldırının artık bir katliama dönüşmekte olduğunu bildirir. Vali yine de rahatlayamaz. Saat 18.45’te Başbakanı ve İçişleri Bakanı’nı tekrar arar ve mutlaka yardım edilmesi gerektiğini bildirir. Çevre illerden de yardım istenmektedir.
      Sivas Valisi’nin bunca çabalarının ve görüşmelerinin sonucu, Tokat Emniyet Müdürlüğü’nden 20 polis; Kayseri Emniyet Müdürlüğü’nden 31 Polis, Jandarma Komutanlığı’ndan 20 Jandarma olmak üzere 71 güvenlik görevlisi gelmiştir. Sivas Tugay Komutanı 6 bin kişilik asker mevcudundan yalnızca 30-40 acemi er göndermiştir. Askerler saldırganların arkasında bir yerde nöbet tutarcasına bekletilir. Bir ara Tugay Komutanı da olay yerine gelir ve sağa sola bir göz attıktan sonra ayrılır.
      Otel’de bulunanların Ankara’daki yetkililerle yaptığı telefon görüşmeleri ve önlem istemleri de dikkate alınmamıştır. Bu girişimler ve devletin duyarsızlığı değerlendirildiğinde saldırganların korunduğu tartışması gündeme gelmektedir.
      Madımak Oteli’ne sığınmış yüzlerce kişi, pencerelerden saldırganların oteli yakmaya çalıştığını izlemekte, korku içinde beklemektedir. Saldırganlar, can almadan ayrılmayacak gibidir. Karanlık çökmüş, elektrikler de kesilmiştir. Saldırganlardan kimileri, otelin önündeki arabaları ters çevirerek ateşe vermekte, kimisi de bidonlarla benzin taşıyarak otelin içine atmaktadır. Alevler, otelin giriş ve alt katlarını sarmaya başlamıştır. Sivas İtfaiyesi gecikmeli de olsa yangın yerine gelmiş, ancak saldırganlar itfaiyenin çalışmasını engeller. Hortumlar kesilir, arabaların lastiklerinin havası boşaltılır.
      Yangın oteli tamamen sarar. 8 saattir kurtarılmayı bekleyenlerin umudu tükenmeye başlamıştır. Artık ölümün çok yakınında olduklarını biliyor ve ondan kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Yangın bütün oteli sarmıştır. Cinnet halindeki kalabalık, ölüm haberlerini beklemektedir. Dışarıda gözlerini kan bürümüş katiller, otelden gelen yanmış insan eti kokusunu ciğerlerine çekerken, Ankara’daki bakanlar ve yetkililer de kokteyllerde kadeh kaldırıyorlardı.
      4 Temmuz günü, Sivas’ın Madımak Oteli’nde 35 can yakılarak katledilmiştir. 51 kişi de kendi olanaklarıyla ağır yaralarla kurtulabilmişlerdir. Çatıya çıkarak yardım isteyenler arasında Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli de vardı. İtfaiyenin merdivenli arabası otele yaklaştı.
      Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli merdivenlerden inerlerken, Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak ile bazı belediye görevlileri saldırıya geçtiler. Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli, itfaiyenin merdivenlerinden aşağıya atıldılar. Başından yaralanan Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli’yi linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar ambulansla değil polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesine götürüldü.

2 Temmuz 1993 Cuma
      - Paşa Camii önünde görevli emniyet ekibi (3860 kodlu) tarafından, Paşa Camii ve Meydan Camii’nden, Cuma namazından çıkan 500-1000 kadar kişiden oluşan grubun dört koldan Hükümet Konağı’na doğru ilerledikleri bildirilmiştir. (13.30)
      - Hükümet Meydanı gerisinde oluşturulan polis barikatını aşan yaklaşık 2 bin kişi, maydanda, “Vali istifa”,”zafer İslam’ın”,”Şeytan Aziz”,” İslamiyet’i ezdirmeyeceğiz” vb. sloganlar atmışlardır. (13.40)
      - Sayıları yaklaşık 3 bini bulan grup, Osmanpaşa Caddesi ve Buruciye Medresesi civarında benzer sloganları yinelemiştir. (13.55)
      - 3 bin 500 dolaylarında gösterici, Kültür Merkezi önüne gelmiş ve içerdeki karşıt grupla slogan mücadelesi başlamış, çatışma polis tarafından önlenmiştir. (14.10)
      - Kültür Merkezi’nden ayrılan grubun sayısı, 4-5 bini bulmuştur. (14.40)
      - Grup, Buriciye Medresesi’ne gelmiştir. (14.45)
      - Buriciye Medresesi önünden Hükümet Meydanı’na geçen 6 bin dolayındaki gösterici, aynı sloganları tekrarlamışlardır. (14.50)
      - Grup, Hükümet Meydanı’ndan Atatürk Caddesi’ne yönelmiştir. (15.00)
      - Atatürk Caddesi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na gelinirken, sayı yaklaşık 8-9 bini bulmuştur. (15.10)
      - Hükümet Meydanı’ndan İstasyon Caddesi yoluyla Kültür Merkezi’ne gelen göstericiler, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etmiş; Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla taşlı sopalı çatışma, polisçe, fazla büyümeden, zor kullanılarak önlenmiştir. (15.30)
      - Valilik tarafından görevlendirilen Belediye Başkanı, Kültür Merkezi önündeki topluluğu sakinleştirmek için bir konuşma yapmıştır. (15.48)
      - Kültür Merkezi’nden İstasyon Caddesi yoluyla yeniden Hükümet Meydanı’na ve Madımak Oteli civarına gelen yaklaşık 10 bin kişilik gösterici grubu, slogan atmaya devam etmiştir. (15.55)
      - Madımak Oteli önünde toplanan yaklaşık 15 bin göstericiye, Valilik’ten gelen istek üzerine, Belediye Başkanı ve Büyük Birlik Partisi İlçe Başkanı birer konuşma yapmışlardır. (18.00)
      - Belediye İtfaiye araçları, Hükümet Meydanı’na gelmiştir. (18.30)
      - Kültür Merkezi önündeki heykel, belediye garajına konulmak amacıyla Meydan’dan geçirilirken, topluluk tarafından Madımak Oteli önüne getirilmiştir. (19.14)
      - Madımak Oteli önündeki araçlar ve heykel ateşe verilmiştir. (19.50)
      - Otele yaklaşmak isteyen itfaiye araçlarına, göstericiler yere yatarak engel olmuşlardır. (20.00)
      - İtfaiye, otele güçlükle yaklaşabilmiştir. (20.05)
      - Yangın Otele de sıçramıştır. (20.10)
      - Afyon Sokak’tan (arka taraftan) gelen itfaiye, yangını söndürmeye başlamıştır. (20.20)
      - Hükümet Meydanı’na gelen göstericiler, Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlamışlardır. (20.40)
      - Güvenlik kuvvetleri havaya ateş etmiş ve göstericiler dağılmaya başlamıştır. (20.50)
      - Kalabalık, küçük gruplar halinde şehrin çeşitli kesimlerine yayılmıştır. (21.00)
      - Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk Büstü tahrip edilmiştir. (21.40)
      - Sayın İçişleri Bakanı Valiliğe gelerek, olaylarla ilgili bilgi almıştır. (22.00)
      - Valilikçe ilan edilen ”sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hâkimiyet sağlamışlardır. (23.00)



Sivas Katliamından Fotoğraf Kareleri





Katliamın Blançosu


SİVAS KATLİAMININ BLANÇOSU




Administrator tarafından yazıldı   
Cumartesi, 07 Temmuz 2007 10:54
33 Aydin, 2 Otel görevlisi ve (2 katil) Madimak otelinde alevler icinde can verir!
Otelden yara almadan kurtulan 40  kisi
51 sivil yaralı
14 Polis yaralı


Hayatlarını kayıp eden canların isimleri:
1) Behçet Sefa AYSAN    Şair - Ankara

2) Yeşim ÖZKAN  Sanatçı - Ankara

3) Nurcan ŞAHİN   Sanatçı - Ankara
4) Muhibe AKARSU  Misafir - Ankara

5) Muhlis AKARSU  Sanatçı - Ankara

6) Murat GÜNDÜZ   Sanatçı - Ankara

7) Handan METİN   Sanatçı - Ankara

8) Ahmet ÖZYURT  Sanatçı - Ankara

9) Huriye ÖZKAN   Sanatçı - Ankara

10) İnci TÜRK     Sanatçı - Ankara

11) Özlem ŞAHİN   Sanatçı - Ankara

12) Yasemin SİVRİ  Sanatçı - Ankara

13) Asuman SİVRİ  Sanatçı - Ankara

14) Uğur KAYNAR   Şair  - Ankara

15) Sehergül ATEŞ  Sanatçı - Ankara

16) Gülender AKÇA  Sanatçı - Ankara

17) Gülsün KARABABA     Sanatçı - Ankara

18) Mehmet ATAY  Sanatçı - Ankara

19) Hasret GÜLTEKİN Sanatçı - Sivas

20) Serkan DOĞAN  Sanatçı - Ankara

21) Muammer ÇİÇEK Sanatçı - Tokat

22) Belkıs ÇAKIR    Sanatçı - Ankara

23) Asaf KOÇAK    Karikatürist - Ankara

24) Edibe SULARI AĞBABA Misafir - İsviçre

25) Menekşe KAYA  Sanatçı - Ankara

26) Koray KAYA    Çoçuk - Ankara

27) Serpil ÇANİK    Sanatçı - Ankara

28) Erdal AYRANCI  Yönetmen - Ankara

29) Asım BEZİRCİ   Yazar - Ankara

30) Sait METİN    Sanatçı - Ankara

31) Carina Cuanna THUIJS Misafir - Hollanda

32) Nesimi ÇİMEN   Sanatçı - İstanbul

33) Metin ALTIOK   Şair, Yazar - Ankara

34) Kenan YILMAZ  Otel görevlisi - Sivas

35) Ahmet ÖZTÜRK  Otel görevlisi - Sivas



Madımak otelinde sağ kurtulanlar:
1) Arif SAĞ
21) Neval OĞAN
2) Yıldız SAĞ
22) Tuncay YILMAZ
3) Murtaza DEMİR
23) Demet IŞIK
4) Ali ÇAĞAN
24) Elif DUMANLI
5) Haydar ÜNAL
25) Murat KILIÇ
6) Yüksel YILDIRIM
26) İclal KARAKUŞ
7) Ali BALKIZ
27) Ertan KARTAL
8) Ali BAŞTUĞ
28) Ali Rıza KOÇYİĞİT
9) Ali DOĞAN
29) Mustafa TÜRKAN
10) Ayben KOP
30) Rıza AYDOĞMUŞ
11) Ali YÜCE
31) Mehmet AYDOĞMUŞ
12) Nimet YÜCE
32) Deniz HUNAR
13) Celal YILDIZ
33) Ferhun ATEŞ
14) Nurhan METİN
34) Cevat GERAY
15) Cem CELASUN
35) Gülsen GERAY
16) Zerrin TAŞPINAR
36) Olgun ŞENSOY
17) Mehtap YÜCEL
37) Nuray ÖZKAN
18) Hülya KADEROĞLU
38) Cevat ÜSTÜN
19) Battal PEHLİVAN
39) Hidayet KARAKUŞ
20) Türkân PEHLİVAN
40) İ. Cem ERSEVEN
***---***---***---***---***---***---***
Maraş Katliamı'nın ilk kez yayınlanan kareleri

GALERİhttp://haber.rotahaber.com/maras-katliaminin-ilk-kez-yayinlanan-kareleri-font-colorff0000galeri_234003.html


İşte 33. yıldönümünde ‘Maraş Katliamı’nın dehşet görüntüleri...
22.12.2011 13:54 
   Maraş Katliamı’nın 33. yıldönümünde, olaylardan 15 gün kadar sonra kente gönderilen senato heyeti içinde yer alan eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, yaşananları tek kelimeyle özetledi: “Faşist bir plandı.” Güneş, o döneme dair çarpıcı açıklamalarda bulundu. Katliamın göz göre göre geldiğini belirten Güneş, MİT’in hükümete konu ile ilgili hiçbir istihbarat vermediğini söylerken, bilgi bir yana, Maraş’taki katliama bizzat katkı yaptığını söyledi.
      Olayların asker tarafından sıkı yönetime ortam hazırlamak amacıyla kullanıldığını da ifade eden Güneş, o dönem katıldıkları bir MGK toplantısında askeri kanatla yaşadıkları sıkıyönetim tartışmasını da anlattı: “Olaylar başladı, valiye istihbarat verilmedi, askeri çağırmakta da geç kalındı. Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı... Bakanlık görevim boyunca MİT’ten bilgi alamadım”.

       Önceki gün Habertürk televizyonuna konuşan Güneş, “Birbirimizin üzerine atarak bunların altından kalkamayız. Ben bunun başka büyük planlarla, dünya ölçeğinde dünyayı düzenlemek iddiasında olanların planları yahut projelerine kanmak suretiyle meydana geldiği kanısını taşıyorum” dedi. Güneş, yapılmak istenin oradaki insanları öldürmekten ibaret olmadığını, asıl istenenin Türkiye’nin askeri yönetime devredilmesini sağlamak olduğunu vurguladı.

Katliamın acı bilançosu

       1978’de 19-26 Aralık günleri arasında yaşanan olaylarda 150 kişi öldürüldü.

       Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi.

       Savcılığa göre, katliama karışanların sayısı 1350 kişiydi. Bunların 752’si ilk etapta tutuklandı.

       Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı.

       1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı.
Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı.

Devlet katliamı seyretti

       Meçhul 26 piyangocu, CIA şefi, gizlenen silahlar... 33 yıl geçti ama eldeki o kadar delile rağmen katliamın sorumluları hâlâ bulunamadı!

       Maraş’ta 33 yıl önce 1978’de yaşanan vahşet olaylarını anlamak için aylar öncesinde Türkiye’de başlayan toplumsal çalkantılara bakmak gerekiyor. 1978’in son altı ayında özellikle Alevi ve Sünni vatandaşların yoğun olarak yaşadığı yerlerde bombalı ve silahlı saldıralar, Maraş’ta yaşanacak katliamın hazırlayıcısı, hatta provası niteliğindeydi. Farklı illerde çoğu ölümle neticelenen eylemler Maraş’ta bir ‘iç savaşa’ dönüştü. Öncesinde Malatya, Sivas, Erzincan ve Elazığ’da atılan nifak tohumları, en şiddetli Maraş’ta yeşerdi...

       Maraş’taki vahşetin bu denli büyük boyutta olmasında kentte son yıllarda yaşanan değişimin de payı var. Pazarcık Ovası’nda pamuğun değer kazanması, tarımla geçinen Alevilerin zenginleşerek Maraş merkezine yerleşmesi, zengin Sünnileri tedirgin ediyordu. Alevilerin sosyal yaşamda aktif yer alması daha önce sağ kesime ait olan ‘statü’ye ortak olmaları, hatta zenginlikte onları geçmeleri büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Bu rahatsızlıklar zaman zaman “Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. O günlerin meşhur diğer bir sloganı da “Maraş’tan ses gelmiyor”du.

Beklenen ses geldi!

       Maraş’tan beklenen ses nihayet gelmişti! 19 Aralık 1978’de ülkücülerin gözde filmi, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak”ın gösterildiği Çiçek Sineması’na ses bombası atıldı. Sinemanın ‘komünistler tarafından bombalandığı’ iddia edildi. Zaten şehirde Alevilerin Sünnilere saldıracağı, camileri bombalayacağı günlerdir konuşuluyordu. Bu dedikoduları duyan Aleviler, Yenimahalle’de ‘camilere bir şey olmasın’ diye kendileri
19-26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen Maraş katliamı, Alevi ve Sünni vatandaşlar arasında yasansa da aslında ‘derin devlet’in Türkiye’deki en büyük organize eylemi olarak tarihe geçti. Kontrgerillanın organize ettiği, ülkücü grupların başı çektiği saldırı sonucu resmi rakamlara göre 111, olayın şahitlerine göre ise 150 kişi yanarak, kesilerek ve kurşunlanarak öldürüldü.

‘Emri Ankara’dan alırım’

       Olayların başladığı ilk günden ayın 26’sına kadar hem polis hem de asker kentte yaşanan katliam karşısında aciz kaldı. Hem olaylara müdahale edecek yeterli güçleri yoktu hem de niyetleri! Olayın ikinci günü kente gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak, “Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara’dan alırım” diyecekti.

       Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırıldı. Daha sonra bu cezalar Yargıtay tarafından bozuldu. 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ceza alanların bir kısmının cezaları yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri de serbest kaldı.

Güneş 19 Aralık’ta karanlık doğdu...

       Olayların kıvılcımı 19 Aralık’ta çakıldı. Cüneyt Arkın’ın oynadığı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı filmin Çiçek Sineması’nda gösterimi sırasında sinemaya ses bombası atıldı. Ses bombasını bir iddiaya göre ülkücü Ökkeş Şendiler, diğer bir iddiaya göre de sol görüşlü Salman Ilıksu attı. 20 Aralık’ta Yeni Mahalle’de birAlevi vatandaşa ait kahvehane bombalandı. Bir gün sonra sol görüşlü iki öğretmen Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu öldürüldü. Öğretmenlerin cenazesi olayların bir katliama dönüşmesine yol açtı. “Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak” yaygarası üzerine Ulu Cami etrafında toplanan ülkücü grup polis barikatını aşıp Alevilere saldırdı. Akşam saatlerinde Maraş’ta üç Sünni gencin öldürülmesi üzerine tarihin en acı olaylarından birisinin fitili ateşlendi.

Alevi evleri işaretlendi

       Olaylar başlamadan günler öncesinde Alevi vatandaşlara ait ev işyerlerine nüfus sayımı yaptıklarını söyleyen bazı kişilerce işaretler konuldu. Olaylar başlayınca saldırganların elebaşları, “Üzerinde işaretli evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın” diyecekti.

O Milli Piyangocular kim?

       Olaylardan önce Milli Piyangocu kıyafeti giymiş 26 kişi kente geldi. Otel kayıtlarında bu kişiler piyangocu olarak kaydedilmişti. Kayıtlar 1979’da Milli Piyango İdaresi’ne soruldu. İdare bu kişilerin kendi çalışanları olmadığını bildirdi.

Maraş’ta bir CIA şefi...

       Katliamla ilgili en ilginç detayı olaylar başlamadan önce ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck’in Maraş’ta bulunmasıydı. Peck’in adını vermese de dönemin Maraş Emniyet Müdürü Kazım Ulusoy da bazı ABD’lilerin Maraş olaylarından önce kente geldiklerini, otelde konakladıklarını doğruluyor. Maraş’tan sonra aynı şahıs Çorum, Tokat ve Amasya’da da görüldü.

‘Mağara cephane dolu’

       Türkeş, 22 Nisan’da Köşk’e telgraf çekerek “Halk infial halindedir” dedi. İçişleri Bakanlığı’na 26 Aralık’ta ‘CHP’liler’ imzasıyla gönderilen bir mektupta da Nurhak’ta bir mağarada cephane ve silah olduğu bildirildi.

ADIM ADIM MARAŞ’A GİDEN YOL

18 Ocak

       Ecevit Hükümeti, TBMM’de güven oyu aldı.

16 Mart

       İstanbul Üniversitesi’ne bomba atıldı. 5 öğrenci öldü, 50’ye yakın öğrenci yaralandı. Üniversite bir süreliğine öğretime ara verdi.

12 Nisan

       Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ne bombalı saldırıda çok sayıda öğrenci yaralandı.

15 Nisan

       Malatya’da 3 öğrenci, Ankara ve Kahramanmaraş’ta 2 işçi öldürüldü. Ankara’da MHP’nin Uyarı ve Yürüyüş Mitingi yapıldı.

17 Nisan

       ‘Hamido’ lakaplı Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu gönderilen bombalı paketle öldü. Maraş’ta Alevilerin önde gelen isimlerinden Memiş Özdal’a bombalı paketler yollandı.

18 Nisan

        Büyük bir grup “Kahrolsun komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçti. Alevilere ait ev ve iş yerleri işaretlendi. Birçok işyeri tahrip edildi.

19 Nisan

       İçişleri Bakanı Kahramanmaraş’ta Türk Yıldırım Komandoları ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu’nun kurulduğunu açıkladı. MHP, halkı birleşmeye çağırdı.

20 Nisan

       Ordudan atılan bir yüzbaşı evinde orduya ait TNT kalıplarıyla yakalandı. Yüzbaşının Maraş’a silah sevkıyatında görevli olduğu iddia edildi.

22 Nisan

       Alparslan Türkeş: “Kahraman-maraş’ta halk infial halindedir.”

23 Nisan

       Başbakan Bülent Ecevit: “MHP Genel Başkanı’nın bildiği bazı şeyler var. Bu arada hükümetimiz bir güvenlik önlemi almak üzere çevre il ve garnizonlardan Maraş’a askeri birlikler gönderdi. Önlem alınmıştır.”

27 Nisan

       Ülke genelinde 1 Mayıs afişi asan 4 kişi öldürüldü.

28 Nisan

       İzmir’de bir jandarmayı öldüren TİKKO’cu idama mahkûm edildi.

1 Mayıs

       Elazığ’da bir cami minaresinden ‘suya zehir atıldı’ şeklinde anons yapıldı. Halk galeyana geldi, ancak güvenlik güçleri halkı zorla da olsa yatıştırmayı başardı.

29 Eylül

       Malatya Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.

19 Aralık

       Kahramanmaraş’ta Çiçek Sineması’na ses bombası atılmasıyla başlayan olaylar tam bir Alevi katliamına dönüştü.

8 Ekim

       Abdullah Çatlı liderliğindeki militanlar Ankara’da Bahçelievler Katliamı olarak bilinen saldırıda bir evde 7 öğrenciyi kurşuna dizildi.

VALİ ANMAYI YASAKLADI

       Alevi Bektaşi Federasyonu nun yaşamını yitirenleri anmak için 24 Aralık ta yapmak istediği miting, Kahramanmaraş Valiliği tarafından yasaklandı. Federasyon karara itiraz etti.

Radikal

***---***---***---***---***---***---***

Maraş olaylarında Ülkücülerin rolü



24.04.2012 17:00
    MİT, Maraş katliamıyla ilgili mahkemeye 57 sayfalık belge gönderdi.
        MİT, 12 Eylül iddianamesinde, "darbeye giden yolda önemli dönüm noktalarından biri" olarak nitelendirilen Maraş katliamıyla ilgili mahkemeye 57 sayfalık belge gönderdi. Katliamdan yaklaşık 1 ay sonra, devletin zirvesine bilgi notu gönderen MİT, katliamın MHP ile Ülkü Ocakları yöneticilerinin yaptıkları toplantıda kararlaştırıldığını ve askerlerin Maraş'a takviye kuvvetlerini olaylardan 4 gün sonra gönderdiğini belirtmiş.

EMNİYET GECELERİ SOKAKTAN ÇEKİLİYORDU

      Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, 12 Eylül davasında mahkemeye çeşitli belgeler gönderen Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Maraş katliamına zamanında müdahale edilmemesi konusunda askeri suçladı. 19 Aralık 1978'de başlayan olaylara ilişkin 23 Aralık 1978 saat 15.30'da devletin zirvesine bilgi geçen MİT, "Şu ana kadar herhangi bir takviye birliği Maraş'a ulaşmış değildir. Şehrin bütün semtlerinde silahlı çatışmalar sürmektedir" dedi.
      26 Aralık tarihli belgede, Maraş'ta geceleri güvenlik güçlerinin sokaklardan çekildiği ve ardından ülkücülerin Alevilerin evlerine baskın düzenlediği ifade edildi.

4 SAYFALIK GİZLİ METİN

      MİT, 12 Eylül iddianamesinde, "darbeye giden yolda önemli dönüm noktalarından biri" olarak nitelendirilen Maraş katlimıyla ilgili mahkemeye 57 sayfalık belge gönderdi. Ulaştığımız belgelerin başına, notların özetini içeren 4 sayfalık "çok gizli" ibareli bir metin de eklendi. 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında 100'ün üzerine Alevi ve solcu yurttaşın öldürüldüğü Maraş katliamından yaklaşık 1 ay sonra, devletin zirvesine 17 Ocak 1979 tarihli bir bilgi notu gönderen MİT, eylemleri planlayanların isimlerinin tespit edilmesine ve eylemi yöneten şahıslar hakkında bilgi derlenmeye çalışıldığını bildirdi. Belgede, olaylarda ülkücülerin parmağı olduğu, şöyle anlatıldı: "Olaylar, ülkücülerin olaylardan 2-3 hafta önce MHP K.Maraş il örgütünde MHP K.Maraş yöneticileri ile Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) mensuplarının katılması ile yapılan bir toplantıda planlanmıştır. Toplantıya ÜGD Genel Merkezi'nden bir yetkili de katılmıştır. (Büyük ihtimalle Sefa Şevkat Çetin) Toplantıda K.Maraş'taki Alevilerin ve bunları destekleyen sol grubun son zamanlarda ülkücü ve Sünniler üzerindeki baskılarını arttırdıkları gerekçesiyle, bunlara bir ders vermenin zamanı geldiği belirtilerek, ilk önce sol gruba mensup Alevilerin meskûn bulunduğu mahallelerde, ileri gelenlerin adresleri tespit edilmiş daha sonra tespit edilen adreslere eylem yapacak şahıslar belirlenmiştir."

ÜLKÜCÜLER BAŞROLDE

      Bu işlemlerin tamamlanmasından sonra ülkücülerin "müsait bir ortamda eylemin gerçekleştirilmesi için görüş birliğine vardığını" anlatan MİT, şunları bildirdi: "22 Aralık 1978 günü sol gruba mensup 2 öğretmenin cenaze namazları bahane edilerek 'Alevilerin Sünnilere karşı baskın hazırlığında oldukları, Alevilerin çoğunlukta olduğu mahallelerde Sünni kadınların ırzına geçtikleri' söylentileri halk arasında yayılarak, önceden planlandığı gibi olay önce cenazelerin bulunduğu cami civarında başlamış ve belirlenen semtlerdeki evlere baskın şeklinde gelişmiştir."

İSYAN GİBİ

      Maraş'ta yaşanan katliamı dakika dakika Ankara'daki merkezine bildiren MİT, 19 Aralık'ta başlayan olaylara ilişkin 23 Aralık 1978 saat 15.30'a kadar alınan haberleri aktarırken, askeri suçladı: "Şu ana kadar herhangi bir takviye birliği Maraş'a ulaşmış değildir. Şehrin bütün semtlerinde silahlı çatışmalar sürmektedir. Askere, jandarmaya ve polise de ateş edilmektedir. Hareketlerin tümü bir isyan niteliğini taşımaktadır."
      Belgelere göre, 7. Tümen Komutanı ve 39. Tugay Komutanı ancak 23 Aralık saat 16.15'te Maraş'a geldi. Bir konvoyun ise 15 kilometre mesafede olduğu ve Maraş'a gittiği aktarıldı.
      26 Aralık 1978 tarihli belgede ise Maraş'ta geceleri güvenlik güçlerinin çekilmesi ile birlikte ev baskınlarının düzenlendiği ifade edilerek "Baskınlar özellikle Alevilerin evlerine yöneliktir. Olaylar siyasi boyutu aşıp Alevi-Sünni çatışma haline dönüşmüştür. İlde bol miktarda makineli tüfek bulunmuştur" denildi.

Maraş Katliamından Fotoğraf Kareleri
***---***---***---***---***---***---***


“16 Mart Katliamı” davası

      Beyazıt’ta 23 yıl önce 7 öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan olaya ilişkin 1’i gıyabi tutklu 3 sanığın yargılanmasına devam edildi.

       17 Mayıs— İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya, tutuksuz sanıklar Latif Aktı ile Özgün Koç katılmadı. Gıyabi tutuklu olarak aranan eski polis memuru Mustafa Doğan ise yakalanamadığı için duruşmada hazır edilemedi.
Mahkeme Heyeti Başkanı Ahmet Ulucak, İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş ile Lokman Kondakçı’nın görüşmesine ilişkin İçişleri Bankanlığı’na gönderilen yazıya cevap geldiğini, cevabi yazıda, bu konuya ilişkin herhangi bir bant çözümünün kendilerinde bulunmadığının bildirildiğini tutanağa geçirdi. Bunun üzerine söz alan müdahil avukatı Cem Alptekin, basında yer alan bazı haberlerden, söz konusu görüşmeye ilişkin bant çözümü olduğu söylenen birkaç değişik metnin ortalıkta dolaştığının anlaşıldığını söyledi. Kendilerinin eline geçen metni mahkemeye sunduklarını belirten Alptekin, belgenin aslının MİT’ten istenmesi için yazı yazılmasını talep etti.
        Hasan Fehmi Güneş’in tanık sıfatıyla dinlenmesi için Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne yazı yazıldığını hatırlatan Mahkeme Heyeti, tanığın dinlenmesinin ardından müdahil avukatın isteminin düşünülmesini kararlaştırdı. Duruşma, dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.

Olayın Geçmişi

 İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’ndan 16 Mart 1978’de çıkan gruba Eczacılık Fakültesi önünde bombalı ve silahlı saldırıda bulunulması sonucu 7 öğrenci ölmüş, 41 öğrenci de yaralanmıştı. Bu olaya ilişkin olarak yakalanan ve o dönemde İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanan Sıddık Polat beraat etmişti.
        Aynı eyleme karıştığı iddia edilen Zülküf İsot ise Elazığ’da yine olayın faillerinden olduğu öne sürülen Latif Aktı tarafından öldürülmüştü. Bu olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Zülküf İsot’un babası, annesi ve kız kardeşlerinin verdiği bilgiler doğrultusunda haklarında yeni dava açılan eski polis memuru Mustafa Doğan ile Latif Aktı ve Özgün Koç’un, “Taammüden adam öldürmek ve yaralamak” suçlarından 7’şer kez idam ve 41’er kez 20’şer yıldan az olmamak üzere ağır hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
***---***---***


Hesabı verilmeyen

16 Mart katliamı davası!

16 MART 1978

CELALETTİN CAN (*)

    Yıl  1978:  Zamanlardan 16 Mart’ının bir öğleden sonrası. İstanbul Üniversitesi merkez binasından çıkan  öğrenciler her gün kendileriyle sivil faşistler arasında barikat oluşturan polisleri bulamadılar. Okul çıkışında her defasında kırktan aşağı polis bulunmadığı halde, bu kez ancak dokuz polis vardı. Okulun önü adeta bomboştu. Beyazıt Meydanı’na biriken faşistler her zaman ki davranışlarıyla yırtınırcasına “Komünistler Moskova’ya” sloganını atıyorlardı. Hava ağırdı. Tedirgin bir ruh hali içinde yan taraftaki Eczacılık Fakültesi’nin önüne yönelmişlerdi ki, içlerinden biri “bomba” diye bağırdı. Arkasından bomba ve yoğun  silah sesleri duyuldu. Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez kaldırıldığı hastanede ölürken, 50 kişi  yaralandı.
       “Bomba atılacağı biliniyordu”. Bu cümle  28 yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart katliamını özetliyordu. O günden bugüne herhangi bir hukuksal-toplumsal aydınlatma  yaşanmadı. Katliamın failleri yargılanamadı. Elbette böyle olacaktı. Bomba atanları yakalamaya çalışan polisleri durduran polis komiseri Reşat Altaylı idi. Hani 1992  16 Nisanında Çifte havuzlarda Sabahat Karataş’ı ve arkadaşlarını katleden timin başında bulunan emniyet amiri. Hani Hrant Dink’in öldürüleceğine dair tüm istihbari bilgilere rağmen üç maymunları oynayan Trabzon emniyet müdürü olan zat-ı muhterem…
       Katliam ile ilgili 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde açılan dava 1982 yılında  beraat ile sonuçlandı. Kanlı olayların üstüne gitmek için  darbe yaptıklarını iddia edenler, darbeye gerekçe olan en önemli katliamlardan birinin soruşturulmasını engellediler. İlginç bir paradoks! Sanıklar aklanınca dosya kapandı.
       16 Mart katliamı davasını unutma ve unutturma tercih edildi.
TOPLUMSAL VİCDAN UNUTMUYOR
      Ne var ki hiçbir şey unutulmuyor! Toplumsal vicdanı   yaralayan  olaylar  unutulmuyor! Tarih unutulmuyor! 16 Mart günü katliamda yaralananlar, katliamı hafızalarında canlı tutabilenler, ölenlerin dönem arkadaşı avukatlar bir araya geldiler ve davanın peşine düştüler. Yeni tanıklar buldular. Dosyaları kaldırıldığı tozlu raflardan indirdiler. Çabaları sonunda amacına ulaştı; yeni bir iddianame hazırlandı. Olaydan 19 yıl sonra 1997 yılında 16 Mart katliamı davası yeniden açıldı.
       Bu doğrudan bir  kontrgerilla davasıydı. Alanında açılan ilk ve tek davaydı. Devlet çekirdeğini yöneten oligarşik güçlerde buna uygun davrandılar. İlişkiler, MİT'e, Emniyet'e ve Askere uzanıyordu. Her üç kurumda bu konuda  son derece ketum davrandı. Hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu yollu en küçük çatlağı süratle kapattılar.
       Dava “zaman aşımı” kararı ile  sonuçlandı. Soykırım, katliam, işkence  gibi insanlık suçlarında zaman aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle oldu.
 DAVAMIZ SÜRÜYOR!
      
      BDP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis’in, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın  yanıtlaması amacıyla verdiği yazılı soru önergesini, Başbakan Erdoğan adına yanıtlayan Adalet Bakanı Ergin, Cumhuriyet savcıları ve hâkimlerin görevleriyle ilgili düzenlemeleri anımsatarak şu bilgileri verecekti:  “16 Mart 1978 tarihinde meydana gelen ‘bomba atıp silahla tarayarak tasarlamak suretiyle yedi öğrenciyi öldürmek ve tasarlayarak adam öldürmeye kalkışmak’ suçunun sanıkları hakkındaki İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1995/128 esasına kayden açılan kamu davasını, 30 yıllık süre içerisinde sonuçlandırmayarak zaman aşımına uğramasına sebebiyet veren ilgili Cumhuriyet savcısı ve hâkimler hakkında; Bakanlığımızca soruşturma başlatılarak, kusurlu görülen Cumhuriyet savcısı ve hâkimler için disiplin yönünden gereğinin tayin ve takdiri için soruşturma evrakı 24/02/2009 tarihli ‘olur’la Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 87. maddesi uyarınca HSYK’ya tevdi edilmiştir.”
        16 Mart katliamı kendi başına bir hadise değildi. 1970’li yıllarda  halk kitleleri milyonlarla ‘tribünden sokağa inmeye’  kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmaya başlamıştı. Türkiye gibi her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir ülkede, bu çok tehlikeliydi. Bu yönlü gelişmenin önünü kesmek için akla gelebilecek en insanlık dışı şey uygulanırdı.
TÜRK USULÜ ‘ENDONEZYA TİPİ KATLİAM’
      Hele emperyalist güçler “istikrarlı Türkiye” adı altında Amerikancı koyu bir faşizmin egemen olduğu bir ülke istiyor, Türkiye’ye “istikrarsızlaştırma” siyasetini dayatıyorlarsa, içerdeki iş birlikçi egemen güçlerin uyanışa geçen halka ve gençliğe yapamayacağı kötülük yoktu. Meclisin Demirel’e, sokağın faşistlere bırakıldığı “Komünizme Karşı Milliyetçi Cephe” 1975 yılında  bunun için kurulacaktı. Hükümet ortağı olan faşistler, açık/gizli militer  güçlerin desteği ile  İstanbul’dan başlayarak Anadolu’daki liseleri, üniversite ve yüksek okulları işgal edecekti. İlerici/devrimci öğrenciler okullara alınmayacak, “tarafsız” öğrenciler Ülkü Ocaklarına gitmeye, aidat ödemeye, faşist propagandayı dinlemeye zorlanacak, uymayanlar dövülecek, okullara alınmayacak, ileri gidenler  öldürülecekti. “Öğrenim özgürlüğü”, daha çok da “can güvenliği” yakıcı hal alacak ve giderek toplumun uyanık kesimlerinin ana sorunu haline gelecekti.
       Toplumsallaşmaya başlayan ilerici/devrimci hareketin tasfiyesi için 1978 başlarında ihtiyar kurt Celal Bayar  “Endonezya tipi katliam” isteyecekti. İçlerinde Çatlı’larında bulunduğu katliamları örgütleyecek ekipler de hazırlanmıştı. Direnişin ve kuvvetler ilişkisinin elvermemesi, Endenozya’da olduğu gibi katliamın bir haftada bir milyon  halkın “yok edilmesi” biçiminde uygulanması yerine, zamana yayılarak uygulanmasını getirecek, 16 Mart katliamından başlayarak, Ankara’da Balgat ve Bahçelievler, Sivas, Maraş ve Çorum katliamları sürece yayılarak birbirini takip edecekti. Yetmeyecekti! 1978’in Eylül ayından itibaren el altından Evren cuntası örgütlenecekti.
       Sadece bu mu? Abdi İpekçi, Doğan Öz, Kemal Türkler, Bedrettin Cömert,  Ümit Doğanay gibi toplumun sinir ucu şahsiyetler yok edilerek, toplumun şirazesinden çıkan toplum görünümü yaratılacak, böylece darbenin psikolojik/sosyal ortamı hazırlanacaktı.
       İlerici/devrimci halk güçleriyle tüm köprüler atılmış, onları fiziken yok etme tercih edilmişti. Bu durumda sessiz kalmak, geri çekilmekte çözüm değildi. Faşist güçlere karşı evlerini, mahallelerini, okullarını, iş yerlerini savunmaktan, direnmekten başka bir seçenek bırakmamıştı devrimci halk güçlerine…
1973’lerde nispeten istikrarlı ve geleceğinden umutlu olan bir toplumu, güvensiz bir ortama sürükleme ve Türkiye’yi istikrarsızlaştırma siyasetiyle, darbe koşullarını yaratma ve toplumsal psikolojiyi yeni duruma hazırlama amaçlanıyordu.
İşte 16 Mart ve takip eden katliamları, 1974-80 yılları arasında öldürülen beş bin gencin hesabını buralarda bir yerde aramak gerekiyor.
HESABI VERİLMEYEN DÖNEM
      O dönem açığa çıkarılamadı. O dönemin tetikçileri, asli failleri, ilgili tüm iç ve dış çıkar çevreleri açığa çıkarılamadı. Sağıyla soluyla beş binin üzerinde genç, Türkiye’yi bugünkü karanlık ve tehlikeli noktalara sürükleyen kıyıcı egemen sınıfların sözde yüksek siyasetleri sonucu öldü.
       Türkiye toplumu farkında olsun veya olmasın hesabını vermediği kanlı bir dönemin suçluluğuyla derinden derine kıvranıyor. Toplum bu yönlü bir sorgulama, yüzleşme ve arınmayı başaramazsa, bilelim ki  rahatlayamayacak ve Türkiye’ye sağlıklı ve işleyen bir demokrasi yerleşemeyecek.       
Kıyıcıların ölümleri üzerinde “yüksek siyaset” yaptığı  gençler kimsenin değil, bu ülkenin insanlarıydı, genç çoğu arkadaşımız, dostumuzdu. 80 öncesinde öldürülen beş bin insanımızın hesabının verildiği, özgür ve demokratik bir Türkiye’ye ulaşmak idealiyle, yaşadıkça unutmayacağız onları.
(*) celalettincan@gmail.com
*** *** ***

Reşat Altay'ın Yazılmamış Anıları
http://www.candundar.com.tr

   Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay merkeze alındı dün...
       Malumunuz, Altay, sürekli linç, suikast, cinayet haberleriyle gündeme gelen Trabzon'daki güvenlik zaafını izah ederken, suçu reform yasalarına atmış, "Avrupa Birliği uyum kanunları istihbaratı zayıflattı" demişti.
       Demokratikleşme hevesi Emniyet'te zaaf yaratmasa, polisin elinde yetki olsa, hiç bunlar başa gelir miydi?
Dilerim Altay, Trabzon'daki ağır mesai günlerinden sonra Ankara'da boş vakit bulur; anılarını yazar.
       Biz de Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okuruz; okudukça sürekli baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı gibi...
* * *
      Mesela o kitap 30 yıl öncesinden bir sahneyle başlayabilir:
      16 Mart 1978 Perşembe günü...
      Öğleyin...
      İstanbul Üniversitesi çıkışında 100 kişilik öğrenci grubunun üzerine bomba atılıyor.
      7 ölü, 47 yaralı var.
      Esmer, kısa boylu, hırkalı bombacı, TNT'yi solcu grubun üzerine atıp üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlıyor. Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi açılıyor.
      Gençler de polis de yere kapaklanıyor.
      Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için fırlıyor.
      Arkadan bir ses:
      "Geri dönün" diye bağırıyor.
      Polis geri dönüyor. Katiller kaçıyor.
      Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin...
      Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatıyor. Meğer normalde 30-40 polisin görev yaptığı kapıda o gün sadece 9 polis görevlendirilmiş. Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
      O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.
 ***--- ***---***---***---***---***---***


Dikkat zamanaşımı var: 16 MART!


122 sanatçının çalışmalarının sergileneceği ZAMANAŞIMI 16 MART isimli büyük sergi, üç farklı mekânda 16 Mart – 2 Nisan tarihleri arasında sanatseverler ile buluşacak.
      Zamanaşımı’ sözcüğünü ne kadar çok duyuyoruz bugünlerde! Zamanaşımı; zamanını aşmış, vakti geçmiş, süresi dolmuş! Bugünlerde Türkiye’nin kaderini belirleyen bir sözcük hatta bir kavram olarak karşımızda. Olumlu bir anlamı yok. Bir ülkenin tarihsel suretinde unutulmuş, unutturulmaya çalışılmış mücadelelerin anlamını karşılamaktan başka bir tasviri yok. Hiçliği, unutuşu, kaybetmeyi, yok oluşu simgeliyor sadece. Neydi ismi unuttuk? Zamanaşımı!
ZAMANAŞIMI ŞİMDİ BİR SERGİNİN İSMİ!
      122 sanatçı, 1 Mayıs 1978 yılında yaşanan katliamı anımsatmak ve “68 Kuşağı”nın devrimci mirasını ve örgütlenme tecrübelerini devralarak daha da ileriye götüren “78 Kuşağı”na selam göndermek için bir araya geldi, ‘Zamanaşımı’ sergisinde buluştu.
       16 Mart 2012-2 Nisan 2012 tarihleri arasında Beyoğlu’nda üç ayrı mekânda, Ada Sanat, Karşı Sanat ve Rumeli Han C Blok’ta düzenlenecek sergiye farklı disiplinlerden eserleriyle katılacak olan bu 122 sanatçı, zamanaşımıyla düşen davaların sayfalarını yeniden açmak için harekete geçiyor.
16 MART’I UNUTMAYIN!
      Türkiye tarihinde 16 Mart katliamı” adıyla tarihe geçen bombalı saldırıda hayatını kaybeden 7 üniversite öğrencisini anmak üzere 16 Mart 2012 Cuma günü, bombanın atıldığı yerde ve saatte, yani Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin tarihi kapısı önünde, saat 13.00′de temsilî 16 Mart anıtı yerleştirilecek ve sanatçı Orhan Alkaya basın açıklaması okuyacak. Bandista müzik grubu da şarkılarıyla eşlik edecek. Beyazıt’taki etkinlikler sonrasında Beyoğlu’na geçilerek üç farklı mekândaki açılışlar 18.00-20.00 saatleri arası gerçekleşecek.
      Tüm zamanaşımlarına inat…
12 EYLÜL İDDİANAMESİNDE “16 MART”
      Sivas Davası’nın zaman aşımından düşmesi büyük tepkilere yol açtı.. Türkiye’nin karanlık tarihinde önemli yer tutan olaylardan birisi de 16 Mart 1978 olaylarıydı ki o da 2008 yılında zaman aşımından düşmüştü.. 16 Mart 1978′de Beyazıt Meydanı’ndaki olaylarda hayatını kaybeden Baki Ediz, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamit Akıl, Ahmet Turan Ören, Hatice Özen ve Cemil Sönmez’in zaman aşımına uğrayan adalet beklentileri 12 Eylül davasıyla tekrar yeşerdi. İddianamede korkunç olayın perde arkasına ait çok önemli iddialar ortaya atıldı..
      İşte iddianamede yer alan o iddialar:
      1.3. 16 Mart Katliamı
      16 Mart 1978 günü Sol görüşlü öğrenciler İstanbul Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Meydanına açılan kapısında dışarıya çıkarlarken öğrencilerin üzerine ateş edilmeye başlandı. Bir el bombası da öğrencilerin üzerine atıldı. Yapılan saldırıda 7 öğrenci hayatını kaybetti. 50′den fazla kişi de yaralandı. (3, s.63)
      Saldırı öğrencilerin korunmadığı sol taraftan yapıldı. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Muhittin CENKDAĞ olayı: “Bunlar tertibat alıyorlar, çocuklar çıkarken nasıl bir bomba belki 100 parçaya bölünüyor. Şarapnel de değil. Mermi. Ufak ufak mermiler, bir vücuttan belki 50 tane çıkardılar. Yani Türkiye’de amatörce yapılan bir şey.” şeklinde, polis memuru Yahya GERGİN ise: “Biz devamlı okulun önünde göreve geldiğimiz zamanlarda burda okulun kapısının önünde 30-40 kişilik bir polis kuvveti burda güvenliği sağlamakla mükellefti. O gün için göreve geldiğimizde 9 kişilik bizim sadece kendi grubumuz vardı. Diğer grupların polis memurlarını göremeyince okulun önünde bir gariplik olduğunu hissettik… Aşağı yukarı birkaç dakika silah sesleri ateş edildikten sonra kesildi ve biz başladık arkalarından kaçan kişileri kovalamaya. Kovalamaya başladığımız zaman bunlar 4-5 kişiydi. Biz bunları belli bir yere kadar kovaladık. Yakalayamadık. Geri geldiğimizde, biz kaçanları arkasından kovalarken arkamızdan bir tanesi, geri dönün, gitmeyin diye bağırmıştı, bunun kim olduğunu öğrenmek için sordum arkadaşlara, orada kalan arkadaşlara, bunun komiser muavini Reşat ALTAY olduğunu söylediler. Reşat ALTAY olduğunu söyledikten sonra benim garibime gitti. Çünkü daha evvel kendisi de bizimle beraber orada koruma görevini sağlayan kişilerinden, birlik amirlerinden birisiydi.” şeklinde beyanda bulundular. (4, s.70-71)
      Olaydan uzun süre geçtikten sonra bombayı atan genç Zülküf İSOT, katliamı ailesine itiraf etti. Zülküf İSOT’un ablası Remziye AKYOL yapılan itirafı “Abla dedi. Ben sana bir şey anlatmak istiyorum dedi… 16 Mart katliamını oturdu, anlattı bana. Polis aracı ile gittiklerini, polislerin de kendilerine yardım ettiklerini, bombayı kendisine attırdıklarını… o anda insanların feryatlarını, bağırmalarını gözleri dolu dolu anlattı. Çok pişmanım dedi… Abla dedi, bir süre sonra teslim olacağım, hiç meraklanma. Bildiklerimi, bugüne kadar yaptıklarımızı, her şeyi anlatacağım.” şeklinde beyan etti. (4, s.72)
      Zülküf İSOT yaptığı itiraftan kısa bir süre sonra öldürüldü. Katili de öldüren de kendisi gibi bir Ülkücü olan Latif AKTI’ydı. 8 sene hapis yattı. Bu konuda asıl önemli olan açıklamayı Ülkücü itirafçı Ali YURTARSLAN yaptı. Öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah ÇATLI’nın temin ettiğini söyledi. Ali YURTARSLAN’a göre ÇATLI orduda görev yapan bir yüzbaşıdan 7 tane TNT kalıbı temin etti. Bu TNT’lerin bir bölümü İstanbul’da bir bölümü ise Ankara’da kullanılmıştı. ÇATLI ismi ilk defa bu şekilde kamuoyu tarafından duyuldu. (4, s.72)
      Olayın Değerlendirmesi: Olayda, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot’un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılması ile toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.
Kaynak-Demokrat Haber
***---***---***---***---***---***
16 Mart Katliamından Fotoğraf Kareleri


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder